Medya, kadın katlini devletin ideolojik aygıtı olarak onaylıyor, sıradanlaştırıyor. Bu cinayetleri bir toplumsal olay değil de bir adli vaka, münferit bir olay olarak aktarmakla kalmıyor, birçok kadın cinayetinin de intihar veya kaza olarak yaftalanmasına katkı sağlıyor

Erkek şiddetini kadın perspektifiyle haberleştirmek mümkün!

Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu / İletişim Akademisyeni

Erkek şiddetinin arka planında namus yatıyor. Türkiye’de namus; kadın, kadın bedeni, cinselliği ve kadınların kontrol edilebilmesi biçiminde algılanan, büyük ölçüde de evlilik dışı cinsel ilişki, bekâret, zina veya sadakatsizlik ile ilişkilendirilen bir kavram. Kadın davranışı üzerinde erkeğin denetim kurma isteği, erkeğin kadın davranışı üzerine kurduğu kontrolü kaybetmesinden kaynaklanan utanç veya bu yöndeki algısı ile bu utancı tetikleyecek, kışkırtacak aile veya mahalle baskısı vs. gibi etmenler bu şiddete neden olmakta. Medyanın, anlamın toplumsal inşasında ideolojik bir işlevi olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda normalleştirme, kayıtsızlaştırma, dramatizasyon, özdeşleştirme suretiyle medya özellikle ahlak ağırlıklı kültürel kodlar ön plana çıkararak kendi gündemini yaratmakta.

Diğer yandan medya, kadın katlini devletin ideolojik aygıtı olarak onaylıyor, sıradanlaştırıyor. Hatta bu cinayetleri bir toplumsal olay değil de adeta bir adli vaka, münferit bir olay olarak aktarmakla kalmıyor, bir sürü kadın cinayetinin de zehirlenme, intihar veya kaza olarak yaftalanmasına katkı sağlıyor; cinayet haberlerini magazinleştirirken, suçluyu ya da suçu değil, daha çok suça maruz kalan kadını cinsiyetçi önyargılarla yargılıyor. Cinayeti haklı çıkaran, şiddeti normalleştiren ve meşrulaştıran medya, kadını ve kadın cinayetlerini ne yazık ki sansasyonel biçimde cinayetin magazin yönüne odaklanarak vermekte.

Kadın dayanışmasının zaferi: Şule Çet davası

Şule Çet cinayeti örneği üzerinden gidersek, ana akım medyada “doğum gününde Ankara’nın en lüks plazalarından birinin 20’nci katından düşerek hayatını kaybeden…” “düşerek öldü”, “intihar” şeklinde yer alan başlıklar ile, “Şule Çet içki içip gülümsüyor”, “yan yana oturduğu sanıklarla birlikte içki içiyor” ifadeleri eşliğinde fotoğrafların kullanılmasına tanık olduk. Adeta cinayeti meşrulaştırmaya çalışan bu ifadeler, yalnız kadın cinayetlerini meşrulaştırmıyor, aynı zamanda haksız tahrik indirimi talebi için mahkemeye delil olarak sunuluyor. Nitekim sanıklar da mahkemede savunmalarını aynı medya dili ile yaptılar, yargıcın da soruları aynı zihniyeti yansıtıyordu.

erkek-siddetini-kadin-perspektifiyle-haberlestirmek-mumkun-658603-1.
Milliyet, cinayeti skandal ifadelerle duyurmuştu (solda).
Ancak kadınların mücadelesi sonucu gazete 25 Kasım'da bu manşetle çıktı

Halbuki İstanbul Sözleşmesi’nin 12’nci maddesinin altını özellikle çizmekte yarar var. “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.” Bu madde uyarınca bu zihniyet geçersizleşiyor.
Kadın mücadelesi ve dayanışmasının bu güzel örneğini hatırlamakta yarar var…

Ekmek ve Gül’ün sitesinde “Şule’nin ölümü intihar değil cinayet” başlığıyla yayımlanan mektubu sonrası, Şule’nin arkadaşları, ODTÜ Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları Topluluğu’nun Kadın Çalışmaları Grubu’na da ulaştılar, intihar vakası olarak gösterilmeye çalışılanın bir cinayet olduğunu birçok haber ve görüş ile kanıtladılar, bu davanın takipçisi olmak için de imza kampanyası başlattılar.

Arkadaşları, avukatları, hak savunucuları bu cinayetin aydınlatılması için elbirliğiyle çalıştılar, sosyal medya üzerinden #Şule Çet için adalet #Şule Çet davası etiketleriyle çok başarılı bir kampanya yürüttüler.

Bu kampanyada en büyük vurgu “adalet” ve “cezasızlığa son” talebi idi; “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” mottosu ile son derece sebatkâr, inatçı ve kararlı bir biçimde kadınların sesi olamayan ana akım medya yerine, “sessizlerin sesi” olma olanağı sunan sosyal medyanın gücünü kullandılar ve nihayetinde mahkeme bu olayın bir intihar değil, cinayet olduğu yönünde karar verdi.

Bilindiği üzere, cezasızlık sadece maktulü, mağduru ve yakınlarını değil, tüm toplumu ilgilendiren bir demokrasi meselesi. Cezasızlık kültürü geliştikçe, “kabullenme ve korkudan dolayı her şeye biat etme” normalleşir. Cezasızlık, işlenen suçlarla ilgili kamuoyunda tartışmayı engeller. Suçlar gerektiği şekilde incelenip, kovuşturulmadığında, bu durum başkalarının da benzeri suçları işlemesini teşvik edecek şekilde faillerin cezasız kaldığı mesajını verecektir. Faillerin cezasız kalması, şiddet olaylarının artmasına neden olur. Şiddet içeren olaylara karşı herhangi bir korumanın söz konusu olmaması, vatandaşların hukuka ve kamu kurumlarına olan güvenlerini yitirmesine ve böylece daha da tecrit olmalarına yol açar.

Bu dayanışmanın en önemli sonuçlarından biri de, 1,5 yıldır süregelen Şule Çet davasında kadın mücadelesi sayesinde ceza verilmiş olması. Şule’nin babasının “Kızıma tecavüz eden, öldüren katillere nasıl iyi hal indirimi verilebilir?” sorusunun ardından, Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk’un, Şule Çet davasına istinaf yoluna başvurarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle itiraz edeceklerine dair açıklaması da tam da yazımı bitirirken tüm kadınların yüreğine su serpti.

Muhtemelen bu karar emsal karar olarak yerini bulacak yargı sistemimizde…