Birkaç gündür aynı iki olay konuşuluyor. Sosyal medyada ve köşelerde söylenmeyen kalmadı. Yeni şeyler söylemek de zor.

Yine de, ilkini canlı yayınlardan ikincisini bir fotoğraf üzerinden izlediğimiz bu iki olayın birer “erken uyarı” olmasını umduğumu ve bu işlevi görebilirse “hayırlara vesile olacağını” belirteyim.

Bu iktidarın politikalarının sonucu olarak ülkeye yığılmış Suriyeli sığınmacıların siyasetin ve olası iktidar değişikliklerinin neredeyse en önemli konusuna dönüşmesinden ne kadar endişe etsek az!

Bir bakan herhangi bir mahalle kahvesinde söylenemeyecek sözlerle bir muhalefet liderine hakaretler (küfür demek daha doğru) yağdırdı. Hakaretlerin muhatabı siyasetçi de sığınmacı ve göçmenleri ne kadar hedef alırsa o kadar destek bulduğunu, yelkenini sığınmacı/göçmen karşıtlığıyla şişirdiğini görerek el yükseltti, onu düelloya davet etti. Ülkesini seven hiç kimse bunu sadece seyirlik bir mesele olarak göremez!

Etrafınıza bakın; Suriyelileri bütün sorunların ve kötülüklerin nedeni olarak görenler ne kadar çok. İnsanları sığınmacı düşmanlığı üzerinden harekete geçirmek ne kadar kolay.

Herhangi bir iktidarın böylesi bir dalga üzerinde yükselmesinin olası sonuçlarını ve bedelini öngörebilmek için 1930-40’ların Almanya’sını, Hitler’in iktidara geliş sürecini ve iktidarını düşünmek yeter.

Kitleler, öfkelerini kolayca yöneltebilecekleri stereotiplere karşı propagandayla kolayca harekete geçirildiklerinde, öfkelerini yönelttikleri ister Yahudiler olsun ister Suriyeli sığınmacılar, onları yok edip sizi refaha kavuşturacakların bir sonraki hedefi de kendileriyle bütünleşmeyen herkes oluyor!

O yüzden, feodal dönemlere ait bir düello gibi izlediğiniz şeyi bir “erken uyarı” olarak kenara not edin.

Bir dönemin cümle kötülüklerine ortak olmuş, dahası o kötülüklerin önemli aktörlerinden “gazeteciler”le, umut olarak sarıldığınız politikacının aynı karede yer aldığı fotoğraf da bir başka “erken uyarı.”

O uyarıyı almak, hem mevcut tek adam yönetiminden kurtulmak için arayış içinde olan kiteler, hem de İmamoğlu’nun kendisi için hayırlı olacaktır.

İnsanlar, yaşadıkları ve yaptıklarıyla kendi hikâyelerini yazıyorlar ve sonra ağızları ne söylerse söylesin hikâye kendisini anlatıyor.

İmamoğlu’nun “Kendini anlatmaya çalıştığı gazeteciler”in de bir hikâyesi var: Ona İstanbul’u kazandıranların kurtulmaya çalıştıkları rejimin inşasının gönüllü ve militan görevlileri olmak. İktidar adına tetikçilik yapmak. Gezi ve Kabataş yalanlarının topluma yedirilmesi için çırpınmak. Ve topluma çektirdikleri acılar için hiçbir zaman özür dilemedikleri gibi, olası bir iktidar değişikliğinde kendilerine yer arama çabaları dışında, hala aynı çizgide ilerlemek…

Siyasal iletişimi şovla ve sizi anlatsın diye tellal çıkarmakla karıştırmanın sonuçları, en azından vatandaşlar için hiç hayırlı olmuyor. Ne kötü araçlarla iyi amaçlara ulaşılabiliyor, ne de kötülerle iyi yolculuklar yapılabiliyor!

Yerel yöneticilik dilden dile anlatılacak, kendi kendini anlatacak muazzam hikâyeler yaratmak için olağanüstü bir fırsat.

Böylesi fırsata sahip birinin, ne olduğu belli “merkez medya”da görünme ve “görevli gibi Genel Başkanıyla kavga ettirme çabasında birine” kendisini tanıtma çabasını, naiflik olarak tanımlayamadığım için, nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum.

“Gelsin bakalım ben öyle biri miyim? Nasıl biriyim? Tanısın, anlasın”, diyerek kendisini Selvi’ye anlatma derdine düşmüş İmamoğlu, onun icraatlarının gerçekten “tanımama ve anlamama”sından kaynaklandığını sanıyorsa, korkarım “erken uyarı” da işe yaramaz!