Erzincan üzerinden bir bahar gecesi yola çıktılar, insanlar ve katırlar, piyadeler süvarilerin çıkardığı tozdan öksürüp duruyor, katırlarla atlar durmadan tuhaf bir uyumla kişneyip duruyordu. Binlerce asker, mayıs ayının ilk günlerinde Karasu’yu geçerek, Hel dağını aştı, aşağıdaki yaylada konakladı. Konserveler açıldı, erlere kavurma ve ekmek dağıtıldı, atların yulaf torbası önlerine sürüldü, nöbetçiler dikildi, serin gece, apaydınlık yıldızlar altında sakin ve huzurla geçti. O gece, battaniye başına sarıp yatmış, yıldızların parlaklığına bakmış, mis gibi havayı ciğerlerine çekmiş boz üniformalı askerler, üç dört ay sonra ortaya çıkacak kanlı tabloyu görünce, o gecenin sükunetine daha bir şaşacak, böyle bir gecenin belki yaşanmadığına inanacaktı.

Gıcır üniformalı subayların başında bulunduğu, aç-bilaç, avurtları içe çökmüş, köylü askerleriyle Üçüncü Ordu, nihayet beklenen manevraya başlamıştı, birkaç ay boyunca ziyaretlerin diyarı, üç yüz altmış altı evliyanın, yüz sekiz aşiretin yurdu, on iki dağın sırrı Dersim’de kıyamet kopacak, taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacaktı. Bunun adı, önüne katıp götürdüğü her şeyi tarumar ettiği için, Sel Seferi’ydi. İşte bu yorgun kafilenin, tarlasından, bağından, bahçesinden, yavuklusundan, sıcacık karısının koynundan ayrılmış askerciklerin içinden biri de tüfek nişancısı Mehmet Ali’dir.

Ali, Üçüncü Ordu, On Birinci Alay’da bir mazlum onbaşıydı. Askere gelmeden evvel mutlu mudur gamlı mı, bekâr mıdır evli mi, borçlu mudur harçlı mı, varsıl mıdır dar mı, bilen, doğrusu umursayan yoktur, ama ona verilen görev bellidir: Makineli tüfeğine gözü gibi bakacak, temizleyecek, yağlayacak, takıp çıkaracak, her tür kontrolünü yapacak, bir de önüne kim dizilirse -ister kadın olsun ister er, ister yaşlı ister kundaktaki bebe-, gözünden bir damla yaş akmadan tetik düşürecektir.

Bu gazete, bu sayfa, bu sütun, bu sözcükler, uzun bir zamandır iyilik ve kötülüğü, ateşle suyu, yerle göğü, hard ile asmeni, umut ile çaresizliği, neşeyle kederi anlatıyor. İnsanlar kâh masalların içinden, kâh gerçeğin çölünden geliyor, korku ile cesaret, onur ile lanetlenme, haysiyet ile alçaklık bir arada anlatıyor. Aziz Abdal dağındaki Mehmet Ali -ey okur-, tıpkı senin gibi canlı-kanlı ama çok iyi bir insandır.

Mehmet Ali Onbaşı geldi, Aziz Abdal Dağı’na yerleşen birliği içindeki yerini aldı, parolayı, kuzeyi güneyi, doğuyla batıyı, nöbet saatlerini öğrendi, makineli tüfeğiylen beraber. Operasyona çıkmayı bir iyice belledi, makineli tüfeğinle köylere gitti, yüksek dağları, korkutucu vadileri, gizli mağaraları, acıdan ipince akan Harçik kıyılarını, kanlı Munzur kuytularını dolaştı, eviden tarlasından alınmış ve bir asiymiş gibi kalın iplerle birbirine bağlanmış mazlumları, yaş dolu gözleriyle gördü, ama asla tetik düşüremedi, çocuk, kadın, yaşlı ve genç bir kişiyi bile öldüremedi. Mehmet Ali onbaşı, öfkeyle emir verenlere ve sessiz makineli tüfeğine ihanet etti. Erzincan Kalor’da doğmuştu, her şeyden evvel insana saygıyı öğrenmişti, ataları, Haq, hiçbir insanın kapısına bir yavan kuşunun bile kanını sürmesin, diyerek, Mehmet Ali’yi dualarla büyütmüştü, atalarına asla ihanet etmedi.

Dokuz yüz otuz sekizde, Aziz Abdal Dağı’nda, 11. Alay’da, Mehmet Ali Onbaşı tetik düşürmedi. Tarih onu böyle yazdı, 18 ay boyunca askerliği boyunca karıncayı bile esirgeyen Mehmet Ali onbaşının komutanları onu azarladı, bu itaatsiz askeri iyi tanıdı, sıra sıra tüfeğinin önüne dizilen ama tetik düşürmediği için hayatta kalan mazlumlar, adını bile bilmediği, bu bıyıkları çıkmamış Erzincanlı genç askeri, işte böyle bildiler, hafızalarına kazdılar.

Mehmet Ali onbaşı çok zaman evvel öldü, 1938’de öldürmedikleriyle buluştu aynı göğün altında, belki birlikte hatırladılar o yaz sıcağını. Onbaşı Mehmet Ali, tertemiz bir hayat yaşadı, ölümü değil, yaşamı yazdı. Dersimlilerin tarihinde Mehmet Ali onbaşı, tıpkı doktor Mutemit Yazıcı gibi, tıpkı haklarında tek insanca raporu yazan Vali Cemal Bardakçı gibi, bir iyilik simgesidir. Böyle insanlar âleme çok gelmez, çok tanınmaz.

Dün bir gazeteci tutuklandı, Erzincan’dan Pendik’e, Pendik’ten Fransa’ya bir ömür yaşamış, nerde hapse atılan, nerde dövülen, kurşunla terbiye edilen bir haberci varsa onu yazan. Dün, Erdoğan’ın adamlarının düşürdüğü karanlık tetikleri yazdı diye, bir insan, bir baba daha hapse atıldı. O Erol Önderoğlu’dur, sınır tanımayan bir gazeteciliğin yüz akıdır. Hep tetik düşürenlerin karşısında, mazlumların safında, gerçeğin ve barışın yanındadır. O, Mehmet Ali onbaşının torunudur. 1938’den 2016’ya, itaat etmeyen bir gelenek hep sürmektedir.