Kadına, çocuğa, LGBT bireye, demem o ki “errkek” olmayanlara yönelik şiddet dalgasının politik olduğuna şüphe yok. Cinayet dalgası büyürken, en başta dinciler İstanbul Sözleşmesi’ne karşı böğüren koro, başlı başına kanıt buna. Peki politik olması ne demek?

Şiddet ve cinayetlerle ilgili en öne çıkan görüş, kadınların özgürleşmesine tepki olarak işlendikleri. Bir kaç yıl önce kırk kadar kadın katiliyle yaptığımız bir araştırmada biz de katillerden benzer yanıtlar almıştık (https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/29552910). Şiddet uygulayanlar erkekliklerine yönelik tehdit duygusunun saldırılarının tetikleyicisi olduğunu saklamıyorlar.

İlk bakışta doğru gibi görünen bu ilişkiye temel neden değeri verdiğimizde asıl meselenin üstünün örtüldüğünü düşünüyorum. Bu yaklaşım, katili kurbanlaştırma ve işlenen suçu da bir tür “kontrolünü kaybeden” birinin sonradan çok pişman olduğu “bir anlık bir eylem” olarak görmeyle sonuçlanıyor.

Sonrasını biliyoruz. Pişman kurban pişkin yargı, keşke kadın da karşı çıkmasaydı, adamcağızı çileden çıkarmasaydı hayıflanmaları arasında “konu” kapatılıyor.

Oysa cinayetlere ve özellikle cinayet öncesine daha yakından bakıldığında saldırıların hiç de öyle bir anlık öfkeye kapılma, “cinnet geçirme” ile işlenmedikleri görülüyor. Öldürülen neredeyse her kadının, katilinin sistematik şiddetine uzun süredir maruz kaldığı anlaşılıyor. Cinayetler çoğu zaman tasarlanarak işleniyor, katil öldürürken oldukça rahat ve kendinden emin. Zaten bir süredir yapmakta olduğu bir şeyi sadece bir kademe daha yükseltiyor gibi. Emine Bulut’un katili Fedai Varan iyi bir örnek. Öncesinde “gider paşa paşa yatarım sıkıntı değil” diye yazmakta sakınca görmüyor.

Katiller için cinayet, bir anlık tepki, “cinnet geçirmeden” çok, zaten uzun süredir uyguladıkları şiddetin nihai sonucuna benziyor. İkili bir işlevi var gibi. Hem uygulayıp sonuç aldıkça daha da ağırını uygulayarak vardıkları şiddet zincirinin son halkası, hem de ellerinde tuttukları bir tür “köle” ye artık şiddeti kabul etmediği için verdikleri ceza.

Bu durum günümüz kadın erkek ilişkisi ile ilgili bir kalıbı gösteriyor. Bir erkek evlilik, sevgililik, imam nikahı, flört adı altında bir kadınla bağ kurduğu andan başlayarak kadına bir tahakküm ilişkisi dayatıyor. Telefon ve sosyal medya denetimiyle başlıyor, kılık kıyafet düzenlemesi, gidilebilecek yerler, konuşulabilecek arkadaşlar diye devam ediyor. Maalesef kimi zaman bu tutumlar “sahiplenen” erkek, mitiyle süslenerek rağbet de görüyor.

Ardından güç gösterisi başlıyor. Gücün işe yaradığı her adımda erkeğin yetkisini daha da artıran ve gücünü de dolaysız şiddete evrilten bir süreç gelişiyor. Seni koruyacağımla başlıyor. Seni o kadar seviyorum ki öfkeme hakim olamıyorumla devam eden ilişki, ne yapıyorsam senin için, sensiz bir hiçimle “romantize edilse de” kısa sürede şantaj ve tehditle içe içe geçiyor, dolaysız şiddete, dayağa dönüveriyor. Bu değişim erkeği errkekleştiriyor! Maruz kaldığı şiddetten korkan, sinen, istediği gibi olursam belki eskisi gibi sever diye kendini avutmaktan başka çaresi kalmayan kadın bir süre sonra yeter ki dövmesin demek zorunda kalıyor.

Şiddetin sağladığı güçle büyülenen errkek her defasında gücünü ne kadar ileri götürebildiğini gördükçe doymazlaşıyor. Daha fazla boyun eğiş, daha çok denetim talep etmeye başlıyor. Öldürene kadar seviyor!

Tanıdık geldi mi size bu güç ilişkisi? Hani dincilerin pek sevdikleri kainatın her zerresinde Tanrının hikmetini görme deyimi vardır ya, errkek cinayetlerinin her birinde de nasıl yönetildiğimizin hikmetini görebiliriz.

Kurtuluş yok tek başına!