Dinci iktidar ve hempaları, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi için aylardır sistemli bir çalışma içindeler. Sözleşmenin devleti kadını korumakla yükümlü kılan bağlayıcı kararlarının “aile yapımız” denilen netameli “errkek” kavramını bozduğundan yakınıp duruyorlar. Kendilerine destek bulmak için de kolay lokma olarak gördükleri LGBT+ bireylere yönelik insanlık dışı bir saldırı içindeler.

İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin zaten katlanarak artan kadına, çocuğa şiddet, saldırı, istismar ve tecavüzün daha da yaygınlaşmasına yasal kolaylıklar getireceği açık. Dahası bu yolla çocuklara evlilik adı altında tecavüz edilmesinin de önünü açacağı belli.

Geçen hafta sevgili Huysuz Virjin’in kaybıyla çoğumuz son yirmi yılda “neyi kaybettiğimizi” anlar gibi olduk. Seyfi Dursunoğlu’nun görüntülerini, eski televizyon şovlarını dönüp seyredenler kısa zaman önce bambaşka bir Türkiye’ de yaşadıklarını hatırlayıverdiler. Evet, belki toplumun ikiyüzlü bir yanı da vardı elbet, ama yine de Huysuz’ un o tatlı, uçuk kaçık, cinsellikle dolu esprilerine, başörtülü, örtüsüz, yoksul, orta sınıf, alt sınıf kadınlar erkeklerin bir arada katıla katıla gülmeleri çoğumuzun içini sızlattı.

Uzun yıllardır da kadına, çocuğa, LGBT+ bireylere yönelik şiddet ve tecavüzün dinci iktidar döneminde arttığına dair somut veri üzerine konuşup duruyoruz. Arttı elbet dinciler yüzünden, doğru. Ama sadece onlar yüzünden mi artıyor?

Bir kaç zamandır “ünlüler dünyasından” dökülen kadına şiddet haberleri karşısında şaşırırken hem Sol Parti hem de HDP içinden de benzer olaylar ortaya çıkıverdi. O ünlüler, görünürde dinci muhafazakar dünyadan çok uzak bir hayat tarzı ve düşüncesine sahip oldukları açık olan insanlardı.

İki siyasi parti ise dincilik ve muhafazakarlık karşıtı politikaların bayraktarları olarak biliniyorlar. Tüm siyasi metin ve uygulamaları kadına şiddete karşı, her tür kimliğin olduğu gibi cinsel kimliğin de özgür, eşit yaşama hakkının savunucuları. Dinci iktidarı ise en çok da erkek egemenliğini yeniden üreten, kadını köle gibi gören gerici zihniyetin kaynağı olmakla haklı olarak eleştiriyorlar.

Oysa görüyoruz ki, kadına şiddet öyle sadece dinci, gericiliğe özgü, onlarla sınırlı bir “ideolojik pratik” değilmiş.

Bu gerçeğin tarihsel olarak doğru olduğunu bilsek bile, somut hayat pratiklerinde karşımıza çıkmasıyla açıkça yüzleşmemiz gerekiyor.

Ben, bu köşede yıllardır neoliberal neomuhafazakar ideolojinin toplumun tüm kesimlerinin zihnini nasıl ele geçirdiğini, görünürde RTE karşıtı olanların da her geçen gün daha çok “erdoğanlaştığını” yazmaya çalışıyorum.

İşin acı ve tehlikeli yanı, tescilli dinci gericiler dışındaki insan, grup, parti ve yapılarda ortaya çıkan kadına şiddet ve istismar olaylarının, tıpkı o dincilerde olduğu gibi geçiştirilmeye, üstünün örtülmeye çalışıldığının, ancak saklanamaz hale geldiğinde üzerine gidilebildiğinin de ortaya çıkması.
Adına sol diyelim, sosyalistlik, devrimcilik her ne dersek diyelim. Bizi biz yapan en temel ilke; devrimin ilerde ele geçirilecek bir iktidar amacı değil, her gün birey düzeyinde biteviye yeniden yeniden kendimizi kıyasıya eleştirerek, yıkarak yeniden inşa ettiğimiz bir hayat pratiği olması. Devrimcilikten anlamamız gereken bu.

Marksizm dünyayı değiştirmek için onu anlamaya çalışırken, kendi zamanının kadın erkek ilişkisini “kadın sorunu” olarak kavramlaştırmıştı. Onların zamanı için bu devrimci bir adım olabilir. Ama bizim bu gün kendimize devrimci diyebilmemizin yolu, asıl meselenin kadın sorunu olmadığını bilmemizle başlayacak. Üstesinden gelinmesi, yıkılması ve yeniden inşa edilmesi gereken bir “errkek sorunu” muz olduğu gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekli.

Ne pahasına olursa olsun. Hangi büyük siyasi mücadeleleri yürütmüş, hangi büyük bedelleri ödemiş olursa olsunlar, “errkeklikten” mustarip olan, kendi devrimlerini yapamamış olanlarla hesaplaşmazsak, onları eylemlerinin bedelini ödemeye zorlamazsak, çoğalamayız.

Dinci gericilerin Ayasofyalarını bırakalım onlara, biz kendi errkeklik Ayasofya’mızı devrim öncesi kötülükler müzesine kaldıralım.