Dizi eski seks filmleri yönetmeni Erşan Kuneri’nin 1981 yılında hapisten çıktıktan sonra Yeşilçam’daki arkadaşlarının “seks olsun” ısrarlarına kanmayarak, sinema kariyerine farklı bir yön vermeye karar verip farklı türlerde filmler çekmesinin hikâyesi.

Erşan Kuneri ya da bir Yeşilçam Panoraması

Murat Tırpan

Dikkat bu yazı spoiler içerebilir.

Son zamanlardaki Türk dizilerinin çok karakterli hikâyeleri, birçok konuda söz söylemeye çalışmaları, parçalı yapılarıyla “büyük resmi görmek”, bir memleket panoraması çizmek gibi bir hevesleri var. Bu heves kötü bir şey değil elbette, keza iyice küçülüp minimalistleşen ülke sinemamızın da çok parçalı ve çok yapılı işlere yönelmesi önemli. Geniş açıdan bakanın detayları göremeyeceği gibi bir endişe ileri sürülebilir elbette ama dizilerde Bir Başkadır, filmlerde Hayaletler ile bir çırpıda örnekleyeceğimiz bu yaklaşım bize gösteriyor ki iyi çalışıldığında büyük olan da detaylara nüfuz edebilir.


Sinema elbette geniş açıyı keşfettiğinde bunun bir devrim olacağı düşünülmüştü, olduğu da söylenebilir ama gelin biz daha geriye gidelim. İngiliz gezgin portre ressamı Henry Aston Barker (1774-1856), 1799’da İstanbul’a gelip ve Galata Kulesi’nden farklı açılardan İstanbul manzaraları çizdiğinde muhtemelen işlerinin büyük bir değişim yaratacağını bilmiyordu. Daha sonra bu çizimlerin birleştirilmesi ile oluşturulan, Galata’da birçok turistik dükkânda kopyalarını bulabileceğiniz büyük boyutlu İstanbul Panoraması 1801-1802 yıllarında Londra’da sergilenecekti. İşler panoramanın mucidi sayılan Barker’ın çalışmalarıyla kalmadı elbette, ortaya “panorama yapmak” diye bir deyim çıktı ve ondan sonra sadece şehirlerin değil birçok tarihin olayın ya da savaşın panoramaları yapıldı. Nasıl ki resim tarihinde Holbein’in Elçiler’i bakış açısıyla oynamıştı, “yamuk bakmakla” ilgiliydi, Barker’in panoraması da geniş görmekle maluldu. Barker’in çizdiği bütün bu resimler şehirlerin (ve tarihsel olayların) neye benzediğiyle ilgili yapısal bir fikir verirler, “yakın çekim”in müstehcenliğinin tersine anlamaya dair bir başlangıç noktası yaratırlar.

Burada panoramik olanı Cem Yılmaz’ın bu hafta gösterime çıkan dizisi Erşan Kuneri’ye bağlamaya çalışıyorum anlaşılacağı gibi. Diziyle ilgili her şey bir yana, Yılmaz’ın yaptığı, dizi formatının da “pan” yapmaya fazlasıyla müsaitliği düşünüldüğünde bir Yeşilçam Panoraması yaratmak. Erşan Kuneri’nin hayatı ve eserleri bir biyografiden bekleneceği gibi döneme de bakış atıyor. Elbette ondan beklenebileceği gibi bunaltıcı değil son derece eğlenceli bir panorama bu. Dizi bu anlamda salonlarda, galerilerde sık sık karşımıza çıkan Yeşilçam film afişi sergilerine benziyor. Cem Yılmaz yan yana duran elle çizilmiş bu afişlerde gördüğümüz melodram, polisiye, arabesk, fantastik, dinsel ve toplumsal içerikli film gibi tüm türleri tek tek dolaşıyor, her bölümde birini yeniden yaratıyor. Bu anlamda da Z kuşağından çok Yeşilçam’la büyümüş, onun tüm klişelerine vakıf bir nesle daha fazla malzeme veriyor.

Dizi eski seks filmleri yönetmeni Erşan Kuneri’nin 1981 yılında hapisten çıktıktan sonra Yeşilçam’daki arkadaşlarının “seks olsun” ısrarlarına kanmayarak, sinema kariyerine farklı bir yön vermeye karar verip farklı türlerde filmler çekmesinin hikâyesi. Kuneri elbette bir Haşmet Asilkan (Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni) olma derdinde değil, yüksek sanatsal dertleri yok, istediği şey eski defterleri kapatıp yeni şeyler denemek ve para kazanmak. Söylediği gibi ona ödül vermeyeceklerini elbette biliyor ama iyi iş yapan düzgün filmler “Kuneri Film” için bir başarı. Sekiz bölüm boyunca Kuneri’nin kronolojik olarak ilerleyen hayat hikâyesini, sektördeki değişimleri ve elbette çektiği filmleri izliyoruz. Her bölüm içerisinde yer alan bu filmler kendi başlarına bile izlenebilirler. Dizide Kuneri’nin kişisel hikâyesinin, çatışmalarının, sektör içerisinde olup bitenlerin ve tüm bunlarının çözümünün daha bütünlüklü bir şekilde yazılmasını tercih ederdim, varsa dizinin en büyük handikabı da bu ama öte yandan tıpkı Barker’ın İstanbul’u ya da Waterloo savaşını geniş görüp detayları atlamaması gibi, tek tek çizmesi gibi Yeşilçam kadrajında bir nevi alan derinliği yaratması da en güçlü yanı. Bu tür bir “Yeşilçam arkeolojisi” yaparken ciddi olmamakta sorun yok, yıllarca seyirci bu filmlerin en ağlak olanlarında bile aslında bir yandan eğlendiyse şimdi de bunu yapabiliriz.

Kuneri ilk değil kuşkusuz, Yeşilçam’ın parodisi daha önce de yapılmıştı, Kahpe Bizans ya da Arabesk gibi işler ticari Yeşilçam filmlerindeki bu türükleri, zaman zaman mantıksız anlatı yapılarını abartarak önümüze koyup bundan mizah çıkarmıştı. Cem Yılmaz’ın işinin farkı elbette bir yandan bahsettiğimiz gibi daha geniş bir bakış açısı getirmesi ama öte yandan mizahın kaynağı açısından da dizide önemli bir yenilik var. Kuneri’de mizah “klişenin düz anlama geri döndürülmesinden”, bir anlamda doğrudanlaştırılmasından çıkıyor. Kuneri’nin eğlencesine uygun bir yazı bekleyen okurdan özür dileyip bu meseleyi açmaya çalışayım.

Cem Yılmaz’ın sinemasının “kara” değil de “komik” olan kısmının dayandığı temel bir mizah yöntemi vardır, “Türk”ün farklı bağlamlarda “yabancı” olanla karşılaması durumu. Bu Türklük halinin gözlemlenmesinden doğan mizah Yılmaz’ın en iyi esprilerinin kaynağı olmuştur. Bunu sadece Gora, Arog, Yahşi Batı gibi filmlerde değil son işi Karakomik Filmler’de bile görmek mümkün. Buna elbette yönetmenin Türk ve dünya sinemasına (ya da popüler kültürlere) yaptığı, hatta bununla yetinmeyip kendi filmografisine olan göndermelerden çıkan mizahı da eklemeliyiz. Erşan Kuneri’de yine tüm panoramik, eğlenceli referanslar yerinde duruyor ama Yeşilçam’la ilgili klişelerin anlamlarından arındırıldığı anlarda dizi en komik hale geliyor.

Temelde bir jestin ya da ifadenin düz anlamı klişeye dönüştüğünde toplumsal ve performatif bir eylem haline gelir. Örneğin düz anlamıyla “elimde bir silah olmadığını sana göstermek istiyorum” mesajı ileten el sıkışması zaman içerisinde “seninle toplumsal bir sözleşmeye açığım” anlamında klişe bir kullanıma kavuşmuştur. Bu bağlamda Yeşilçam gibi bir hikâye alanının klişeleri de düz anlamından uzaklaşıp başka toplumsal anlamlara kavuşmuş tekrarlardan ibarettir. Örneğin kör olan bir kadının klişe repliği olan “Görüyorum!” yeniden görebilmeyi ifade etmek bir yana aşkın gücünün her şeyi yenebileceğini gösteren başka bir anlama sahip olur ve tekrarlanır. İşte Erşan Kuneri’de Cem Yılmaz komediyi sıklıkla klişeyi tekrar düz anlam seviyesine çekerek yaratıyor ki bu gayet başarılı.

Örneğin arabesk müziğin insanlara acı verdiği düşüncesi Doyamadım filminde çalınan müziğin dinleyenleri gerçekten hasta etmesine dönüşüyor, Kötü Mal’da insanlara “içmeyin şu mereti” şeklinde seslenen komiserin yakarışı halktan doğrudan “İçmiyoruz” şeklinde bir cevap bulabiliyor, Bizans çoklukla Trakya’da olduğu için Kuru Murad filminin orijinal dili o bölgenin aksanı olabiliyor ya da en komik örneklerden birinde blue box teknolojisi gerçekten basit mavi bir kontrplak kutuya dönüşüyor. “Ayhan Işık gibi birisi geldi mi?” sorusu gerçekten Ayhan Işık “gibi” birisinin (dublörü) gelip gelmediği anlamına geliyor. Bir Yeşilçam klişesi iken yeni anlamları olan jestler doğrudanlaştıklarında birdenbire komikleşiyor ve Kötü Mal filmindeki devasa telsizler gibi abartılı hale geliyorlar.

Elbette absürd mizahın en önemli özelliklerinden biri de bu anlamdan sıyırma ve doğrudanlaştırma (buna ek olarak abartma) halidir. Metaforlara bürüme, benzetmeler ve sonunda klişeler oluşturma seyirci tarafından zekice bulunurken absürdün kaba ve yavan bulunması da bununla ilgilidir. Bu tür bir mizah geriye doğru çalışır, kurulmuş olan anlatım tekniklerini düz anlama doğru geri çevirir. Bu aslında son derece zekice, vasatı vasat gibi görünenle alt etme durumudur. Çünkü klişe modernizmden sonra dünyada tasarım-anlatı alanlarının işleyen ortak bir dil bulması ve bunun garantili bir şekilde tekrarıyla ilgilidir. Sanat eseri işlediği (ve satacağı) garantili bu dil ile kendini sağlama alır, bilfiil kendi dili üzerine düşünüp bunun sürmesini ister. Yeşilçam’ın ticari filmleri de dönemin işleyen endüstrisi açısından aynı dili tekrarlar, klişeler sürekli işbaşındadır. Öte yandan post modern olan bu dile müdahalelerde bulunup onunla oynar, zamansal ve yapısal olarak kronolojileri bozar. Absürd mizahın da aynı minvalde en büyük malzemesi bu sabit anlam yapılarıdır. Erşan Kuneri’nin yaptığı da bu.

Cem Yılmaz, Erşan’da ‘bir Türk bir gün Avrupa’da mizahından, yereli yabancıyla karşılaştırarak yarattığı mizahtan Erşan’da büyük ölçüde vazgeçiyor. Bu yüzden örneğin Ay’da Sevişenler gibi Gora’dan beri beklediğimiz bir filmi görmüyoruz dizide. Üstelik kara-komik sinemasının kara ve melankolik yanını (ki aslında oldukça güçlüdür bu yan) pek de kullanmadan yapıyor bunu. Bu yüzden Erşan Kuneri Cem Yılmaz sineması açısından fazlasıyla eskiymiş gibi görünse de tam tersi.

Bu anlamda biz de Yılmaz’ın “bir Türk yabancı diyarlarda” esprisini tersine çevirelim, ecnebilerin Türkleri anlayamayacağı bir dizi olarak da ilginç Erşan. Klişeyi bilmeyenler için onun tersine çevrilmesinin de çok bir anlamı yok yabancı izleyici için. Bütün bunlar “Global Netflix” izleyicisi için nereden çıktığı anlaşılmayan bir saçmalık olabilir ama bizim için öyle değil. Önceleri güldüğümüz (ve ağladığımız) klişelerin altının oyulmasına gülüyoruz bu kez fena halde.
Başka bir sözü açmadan bitirmeyelim. Erşan Kuneri’deki “pan” hareketi sık sık bir performans olarak erkeklik meselesine dönen bir hareket. Bu noktada bunun başka bir yazıyı gerektirecek kadar geniş bir mevzu olduğu şerhini düşüyorum, ama şunu vurgulamak da isterim, Kuneri’nin filmlerindeki erkeklerin çoğu “gönderildikleri” yerlerde mağdurlar. Kuru Murad babası tarafından gönderildiği Bizans’ta, süper kahraman Erman Kroton gezegeni konsülünün onun için dünyada seçtiği kadının evinde, halkı eğitme hevesindeki Kooperatif Kemal gönderildiği köyde mutsuzlar. Diğer gönderilmeyen erkeklerde de aslında benzer durumlar var. Dizi Erşan’ın yönetmen olarak sektör içinde yaşadığı zorluklar ve mağduriyetlerin yanı sıra erkek karakterlerin mağduriyetleriyle de ilgileniyor sıklıkla. Tam bu anlarda Yılmaz’ın “kara” kısmı ortaya çıkıyor ve tıpkı Hokkabaz’ın komedyenleri ya da Kara Komik Filmler’in vapur çaycısında olduğu gibi bir “melodramatik erkeklikle” karşılaşıyoruz. Erman, Murad ya da Kemal gibi “yumruğu beş ton” olan, güçlü olması gereken erkeklerin acı çektiklerini görüyoruz. Oysa “evrenin şark hizmeti” gibi olan, it izinin at izine karıştığı dünya gezegeninde bu performansın çok da bir anlamı yok. Cem Yılmaz dizideki tüm o edepsiz dile ve üsluba sahip erkeklerini “kuru” bir halde tek başına bırakıyor çoğunlukla. Dizide erkekliğin de tıpkı klişenin düzanlamına geri çekilmesi gibi performatif bir şey olmaktan cinsiyet alanına çekilmesi gibi bir şey olarak görmek istiyorum bu tavrı. Sonuçta cinsel ilişki de bir performans ve eski bir seks filmleri yönetmeninin yeni kariyerindeki erkeklerin bu tür bir derdi olması manidar. Her ne kadar Kuneri kendisi olarak bunu başaramıyor ve mağdur olmamak için endüstrinin çarkına kapılıp ısmarlama işler yapmaya devam ediyorsa da karakterleri ya isyan ediyor ya da vazgeçiyorlar.

Erşan Kuneri’de tıpkı Barker’in panoramalarına zoom yaptığımızda birçok detayı görebileceğimiz gibi Yeşilçam’a ve onun kahramanlarına dair çok şey görmek mümkün. Hatta ilk izleyişte birçoğunu kaçırabilirsiniz de. Kullanılan dile, eklektik yapısına, bazen kantarın topuzunun kaçmasına eleştiriler getirilebilir elbette ama zaten izleyicinin kolaylıkla fark edeceği gibi dizide Yılmaz buna aşina bir kişi olarak gelmesi muhtemel bu tür eleştirilerle de dalga geçiyor. Erşan Kuneri klişeleriyle, türleriyle, sorunlu erkekleri ve kadınlarıyla, şarkıları ve mekanlarıyla bir Yeşilçam panoraması, zekice ve gayet de komik.