Ertuğrul 1890 filminin ilk yarım saatini seyredip çıktım. İlk beş dakikada aslında kararımı vermiştim ama yine de biraz daha direndim bu hamaset üstün yapımına

tam-bir-facia-99410-1.

Saltanat, hâlâ kendini büyük bir imparatorluk olarak gördüğü ve göstermeye çalıştığı için, Japonya'ya nezaket amaçlı bir fırkateyn gönderir. Yıl 1890'dır. Gemi nihayetinde Japonya'ya ulaşır. Sonra da tam fırtına mevsiminin başlangıcında dönüş yoluna çıkar. Sürpriz sürpriz: Gemi daha ertesi gün bir fırtınaya yakalanır. Ve Cüneyt sinemadan çıkar. Çünkü:

Bu yarım saat içinde dişe dokunur hiçbir konuya, temaya, değinilmez; karakterler serpilip gelişmeye başlamaz. Dramatik olayların hiçbirine değinilmez. tam-bir-facia-99408-1.Geminin Japonya'ya yolculuğu harita üzerinde gördüğümüz çizgilerden ibarettir. Yüzbaşı Mustafa ile kazan dairesinde çalışan Bekir usta arasında hiç ikna edici olmayan bir erkeklik yarışına tanık oluruz. Bu ikili güvertede güreş tutar! Tabii ki berabere kalırlar. Türk Türk'ü yener mi hiç? Hem bu gemideki herkes kahraman!

Bekir ustanın, karısının resmini bir sütuna iğnelediğine tanık oluruz; gözü aylardır kadın görmemiş gemicilerin bulunduğu kazan dairesinde gerçekleşir bu olay! Vay be, ne Osmanlı erkekleri varmış!

Sonra gemide kolera salgını olduğunu dış ses bize söyler. Kolera salgını mı? Nasıl yani? Bu bal dök yala gemide kolera salgını varmış demek! Neden peki? Japonya'da mı salgın varmış? Yoksa geminin görmediğimiz yerlerinde hijyen kurallarına saygı duyulmuyor muymuş? Hepside çakı gibi, jilet gibi gemiciler nasıl koleradan kırılmışlar ve neden biz görmüyoruz? Kaç kişi hasta olmuş, tedavileri için ne yapılmış, kaç kişi koleradan ölmüş? Bu kadar dramatik bir olaya dair sıfır görüntü, sadece bir dış ses!

Ama bu hain kolera yüzünden geminin Japonya'dan ayrılışı gecikmiş, bu kadarını biliyoruz. Sonra... Ve sonra gemi, fırtına mevsiminin gelişini kutlama amacıyla olsa gerek, yola çıkıvermiş ve hemen ertesi gün fırtınaya yakalanmış. Yahu bunlar nasıl gemici, ertesi gün fırtına çıkacağını anlamazlar mı? Bir bilene sormazlar mı? Biliyorlarsa neden çıktılar? Bilmiyorlarsa neden bilmiyorlar? Filmde bu tarihte çıkma kararının verilmesi sürecine dair hiçbir şey yok yine!

Herhalde oturup araştırılsa, Sarıkamış faciasına benzer bir takım paşa kaprisleri falan çıkar ortaya. Muhtemelen, burnundan kıl aldırmayan, kendini çihanın hâkimi sanan paşalar, sultanlar vesaire geminin yola çıkmasını emretmiştir. Emre uymazlarsa, Divanı Harp’le tehdit edilmişlerdir. Ertuğrul, Sarıkamış, Kocatepe muhribi. Yüce devletimiz kendi askerini kendisi kırmayı pek sever, pek de iyi becerir. Sonra da ardından kahramanlık destanları yazar.

Deniliyor ki, filmin iyi kısmını seyretmişim. Ben çıktıktan sonra film daha da kötüleşmiş. Cuntacı Turgut Özal'ın ne menem değerli bir adam olduğuna tam-bir-facia-99409-1.değin bir gösteriye dönüşmüş...

Asıl facia Ertuğrul değil zaten, hâlâ bu faciayı, Türk’ün aklının, iyi kalpliliğinin göstergesi olarak sunmaya çalışanların iktidarda oluşu. Eğer Ertuğrul faciasının sorumluları hesap vermiş olsaydı, Sarıkamış da, Kocatepe muhribinin batırılışı da, Roboski de olmayabilirdi.

***

Son Efsane: Modern Zaman Peygamberinin Düşüşü

ertugrul-1890-tam-bir-facia-99437-1.

Son günlerde futbol dünyası Sepp Blatter ve Michel Platini'nin aldığı cezalarla çalkalanıyor. Balığın baştan koktuğunun nadide bir kanıtı oldu bu iki futbol lordunun aldığı cezalar. Fakat bisiklette işler tam da öyle gitmedi. Bisiklet sporuna 1999-2005 arasında damgasını vuran ve ünlü Fransa Turu'nu (Tour de France) 7 kere kazanarak tarih yazan Lance Armstrong düşerken yanında sadece bir doktor ve birkaç ünsüz ismi götürdü. Armstrong'un doping yaptığının ortaya çıkmasından büyük başlar kolay sıyırdılar. Oysa göz yumulmuş olmasa, Armstrong'un 7 yıl boyunca ağır doping yaparak Fransa turu'nu kazanması mümkün olmazdı. Göz yumulmuştu çünkü Armstrong bisikleti Avrupa'dan çıkarıp Amerika'ya taşımış, popülerleştirmişti. Armstrong bir efsaneydi, İsa gibi bir figürdü! Nasıl mı? Lance Armstrong ölmüş ve ikinci kez dünyaya geri gelmişti, tıpkı İsa gibi!

Lance Armstrong, iyi bir biskletçiydi ama Fransa Turu'nu kazanacak ciğerlere sahip değildi. Küçük birkaç başarısı olmuştu, Tour de France'da (yine doping yardımıyla) bir etap kazanmak gibi. Fakat daha sonra Armstrong'un kanser olduğu ortaya çıktı. Kanseri yense de spor hayatının bittiği düşünülüyordu. Oysa Armstrong yeniden doğdu! Kanseri yenmekle kalmadı, bisikletin en prestijli yarışını kazandı! Artık o bir efsaneydi! Bütün zayıfların, hastaların deniz feneriydi, kurtuluş umuduydu! Bir mucize gerçekleştirmişti, demek ki mucizelere inanmak lazımdı! Armstrong Batı'nın yeni İsa figürüydü ve artık dokunulmazdı. Ve bisiklet sporuna yaptığı ticari katkıya paha biçmek imkansızdı.

Oysa David Walsh adlı bir gazeteci başından beri, Armstrong'un başarılarına inanmıyor, dopingsiz bu zaferlerin elde edilmesinin imkansız olduğunu görüyordu. Aklı olan da görürdü zaten. Ama görmek istemeyene ne yapsan boş!

Stephen Frears'in yönettiği "Son Efsane" Armstrong'un yükseliş ve düşüş sürecini, etliye sütlüye pek karışmadan, fazla derine inmeden anlatıyor. Yüzeyselliğine rağmen fena bir film değil "Son Efsane" ya da orijinal adıyla The Program. Batı dünyası, bir tür peygamberleştirdiği Armstrong'un düşüşünden derinden etkilendi. İki yıl önce de Alex Gibney'in yönettiğ "Armstrong Yalanı" adlı belgesel piyasaya çıkmıştı. Bu yıl İngiltere'de en beğenilen tiyatro oyunlarından biri de Armstrong'u konu alan bir komedi.

Bizde bisiklet sporu çok yaygın olmadığı ve hatta şehirlerde bisiklete binmek intihar eğilimli olmayı gerektirdiği için, Armstrong skandalından çok etkilenmedik. Hem bizim ülkemizde hayatta kalmak zaten başlıbaşına bir mucize, hergün ölüp ölüp diriliyoruz; o yüzden Armstrong filan bize işlemez, işlemedi de nitekim.