Tıpkı bu soğuk ve karlı kış günü gibi, bin dokuz yüz yetmiş üç senesinde bir kış akşamı Yozgat’ta doğdu, annesinin ilk çocuğu, greyder operatörü işçi babasının aslanıydı, kardeşleri üniversite okudu, o onlar için ağabey olarak fedakârlık yaptı, babasıyla karla kaplı yolları temizlemeye, yol yapım çalışmalarına gitti, yaptıkları yollar içinde paraşüt pistleri de vardı, ilk kez orada bir komando gördü, bere, tabanca ve üniformasıyla birlikte, ilk kez o gün asker olmak istedi, üniversiteye gidemedi ama kara harp okulu sınavlarına girdi, kazandı, meslek hayatı boyunca sayamadığı kadar çok takdir, rozet, ödül aldı.

Tuzla Piyade’den sonra savaşın en şiddetli olduğu yıl, savaşın en şiddetli olduğu bir yere, Şırnak, Cizre, Silopi üçgenine tim komutanı olarak gönderildi, Yozgat’ta adını duymadığı, rüyasında bile göremeyeceği Pirbela, Metina, Haftanin ve Zaho’yu gördü, Şafak, Çelik, Çekiç harekâtlarına katıldı, Kara Harp Akademisi, Silahlı Kuvvetler Yüksek Sevk ve İdare Akademisi, dağ ve komando tugayı komutanlığı gibi görevlerde bulundu, yolu özel kuvvetlerden de geçti.

Yeditepe’de iki yüksek lisans yaptı, ekosistem ve terör konulu tezini silahlı kuvvetler akademisine sundu, Amerikan yerinde lisans eğitimini en üst başarı seviyesinde tamamladı, dört yıl evvel askeri yüksek idare mahkemesine üye olarak seçildi, iki yıl sonra adalet yüksek okuluna, üç yıl sonra ise Hukuk Fakültesi’ne girdi, Kırıkkale Üniversitesi’nde kamu hukuku çalışmasını tamamladı.

Hayat sadece rozet, takdir, nişan, berat, ödülden ibaret değil ki, Yozgatlı işçi çocuğu Ertuğrul, komando albay Ertuğrul, gezdiği dağların, tırmandığı kayaların, altında masmavi gökyüzüne bakarak matarasından su içtiği ağaçların, yükseklerde dinlediği rüzgârın, doğuda yaşayan yoksul insanların dillerine, kültürlerine, geçmişlerine, ızdırablarına, yalnızlıklarına da merak saldı, kendisiyle eşit ve kardeş Kürtlerin, kadim Arapların gizli dilini, kendi çabalarıyla, -bir de bu diller sabah-akşam kart-kurt diye aşağılanırken- ve üstelik bir asker olduğu halde öğrendi.

Bir askerdi, asker dünyanın her yerinde emir altındaki kişi demekti, o silahların konuştuğu bir yerde şarkı söylenemeyeceğini, en değerli şeyin barış olduğunu hiç kuşkusuz biliyordu, Yozgat’ta doğduğu küçük evden, babasıyla birlikte temizlediği karlı yollardan, minnetini aldıkları sahipsiz köylülerden, yoksulluktan okuyamamaktan, haritada bile yerini bilmediği Metina’dan, Haftanin’den, sonu gelmez, saymaya gelmez askeri harekâtlardan, Kürt sorununun çözümsüzlüğünden biliyordu, ama sonunda bir askerdi işte, görev emirdi.

Hakkâri’de bir Ağustos günü, iki bin on bir senesinde, bir güzergâhta sessizce ilerlerken, bir eski köy etrafından geçerken birliği pusuya düştü, kıyamet koptu, boynundan yaralandı, beş gün yaralı halde çatışma bölgesinde kaldı, vurulan, inleyen, kanlar içinde yatan askerleri için köy arkasında tam beş gün, beş gece bekledi, ölenlere saygı, kalanlara şifa için bekledi, kanayan yerleriyle, kurşun girmiş boynuyla durdu, yarası kanadı, kanadı, geride gazi bir adam kaldı.

Tetik ucunda bir ömrün ortalarında, bir Temmuz günü gözaltına alındı, askeri mahkemedeki odasındaki iki yüz kitapla beraber, elveda vatanımla bir manat para, dağılmış oda içindeki tutanağa özenle yazıldı, bilgisayarındaki doğum yapmış eşi ve bebeğine ait videoları da unutmadılar, sonra elleri arkadan kelepçeli karanlığa götürüldü, tam kırk üç kişiydiler, Eylüllü günlerdeki gibi bir spor salonuna dolduruldular, hayır darbe olmamış, sözde engellenmişti, spor salonunun adı bir de Gazi idi, yerde dizüstü durdurdular, üstlerinde Guantanamo tişörtleri vardı, eller arkadan kelepçeli, etraflarında dönen polisler, burası cehennem biz Azrailiz diye tempo tuttular, dört kez boynuna vurdular, dört kez de kaldırdı başını, iki kez tekmelediler, iki kez ayağa kalktı elleri kelepçeliyken, baş eğmediği için aralıksız dövüldü, sarsılmadı bile, o bir hain değil kahramandı çünkü, yumruk ile tekme, küfür ile dayak kaldırıldığı hastane odasında son buldu.

Ertuğrul Albay bir Temmuz akşamı, hastanede yeni doğan bebeğini seveceği yerde, birden Fetullahçı ilân edildi, bilinmeyen bir hapishaneye tıkıldı, nişanı ve madalyalarıyla beraber, gözünde on dört günlük Melis bebek için döktüğü iki damla yaş, kollarında ve boynunda Hakkâri’den kalma sağalmamış yaralar vardı.

Bir Ağustos akşamı, yan hücrede bilmediği tanımadığı biri, gün yirmi dört saat, yirmi saatinde insanlık onuru işkenceyi yenecek diye bağırmaya başladı, günlerce bağırdı, hiç susmadı, sonunda o sesin hücresinde aniden bir yangın çıktı, alıp götürdüler slogancı çocuğu o eski sloganıyla birlikte, Ertuğrul Albay yaşamı, ölümün basit ve korkunçluğunu düşündü, dağda değil hapishanede, Hakkâri’den tam beş yıl sonra.