Bir film izlerken ‘esans’ sözcüğünü hiç sevmediğini fark etmek tuhaf bir durum olsa gerek; Romanya Sineması’nın son zamanlarda yetiştirdiği en yaratıcı yönetmenlerden Corneliu Porumboiu’nun son filmi Al doilea joc’u (İkinci Oyun) izlerken başıma bu geldi.

‘Esans’ Türkiye’de genellikle dinsel kitabevlerinde küçük şişeler içinde satılan ağır kokular (hacı yağı) için kullanılan bir terim. Oysa esans ‘öz’ (essence) demek; genellikle parfüm üretimi için başta çiçekler olmak üzere güzel kokulu bitkilerin ve misk öküzü gibi hayvanların bazı organlarının kokulu özü anlamına geliyor. ‘Özcülük’ (esansiyalizm) diye bir felsefi disiplin de var, ‘varlıkların varoluşsal niteliklerini kendi özlerinde barındırması’ anlamında... Türkçe’deyse hiç ‘işin özü’ anlamında kullanmıyoruz ‘esans’ı, nedense özün pek de önemli olmadığı bu tuhaf ülkede esansın temel işlevi, kısa süre sonra parçası olacağı bazı kötü kokuları bir süreliğine gizlemek -bir esans örneği için bkz. “Çalsa da razıyız çırpsa da razıyız” konulu Youtube videosu... ‘Essence’ın bu iki anlamının varoluşsal düzeyde nasıl çatır çatır çarpıştığını Porumboiu’nun süperminimalist filminde gördüm.

Corneliu Paromboiu evdeki eski kasetleri karıştırırken 1988 yılında –Çavuşesku devrilmeden bir yıl önce- babası Adrian Paromboiu tarafından yönetilmiş bir Dinamo-Steaua Bükreş maçının VHS kaydına rastlıyor. Kasedi izliyor, sonra babasıyla maç üzerine konuşarak tekrar izliyor. Böylece biz de 97 dakika boyunca, görüntü kalitesi bugünün standartlarına göre epey düşük bir video kaydından, kar yağışı altında yapılan bir maçı seyrediyoruz. İşitsel fonda sadece hakem baba Adrian ile yönetmen oğul Corneliu’nun sohbeti var. Sonuçta ortaya, benim gibi futboldan hoşlanmayan birine bile bir maçı baştan sona gözünü ekrandan ayırmadan izleten çok ‘öz’lü ve özgün bir yapıt çıkıyor.

Film siyah fonda yazılı şu cümlelerle açılıyor, sonra maça geçiyoruz: “Yedi yaşındaydım. Telefon çaldı. Telefonun ucundaki kişi bana bir görev verdi: Babamı hakemliği bırakması konusunda ikna edecektim. Adam eğer bu konuda başarısız olursam babamın bir gün eve tabutla geleceğini söyledi. Yabancının söylediklerini babama aktardım. Hakemlik yapmaya devam etti.” Böyle başlayan bir filmde ülkenin politik yapısıyla ilgili pek çok diyalog olmasını beklersiniz ama hiç de öyle olmuyor. Filmin reel politikayla ilişkisi sadece bu prologda ve babanın bir-iki yerde söylediği şu tür sözlerde ortaya çıkıyor: “Dinamo’nun gizli polisi vardı, Steaua’nun da kendi güçleri... Aslında her iki takımla da yakın olmadığım için kendimle gurur duyuyordum. Benim uluslararası hakemlik yaptığım bir dönemdi. Her maçta üç hakemden biri, bazen ikisi gizli polis için çalışırdı. Neyse, böyle şeyler geçmişte kaldı artık...” Bunun dışında baba-oğul sadece maç üstüne konuşuyor; oyunun kuralları, hakemliğin zorlukları, olumsuz saha ve hava koşulları vs... Film bir süre sonra insan olmanın özüne dair politik bir anlatıya dönüşüyor. Sözcüklerle inşa edilen bir politiklik değil bu; görüntülerin özünde varolan, esans kokularıyla rahatsız etmeden izleyiciye kolayca geçen bir politik öz -anlam üretimi bakımından ‘açık yapıt’ları değerli kılan ana unsur...

Kod Adı K.O.Z.’un IMDB’deki ‘dünyanın en kötü filmleri’ listesinde bir numaraya yerleşmesi tam da bundan işte; üzerine bolca esans dökülmüş, özü çürük bir anlatı olmasından... AKP propaganda filmlerine, saray tanıtımına, son günlerin en yağlı malzemesi ‘doğum günü filmi’ne bakın, hepsinde aynı şeyle karşılaşacaksınız: Alttaki kötü kokuyla birlikte ekrandan üstünüze saldıran bayat esans kokusu... Sonra gel de esansı sev!

Kasımpaşa merkezli bazı amatör futbol kulüplerinin 1969-’80 arası maç görüntülerine ulaşmak mümkün müdür acaba? İşin özü o maçların birinde görünüyordur belki...