Son telefon konuşmamızda, “Eşber Abi, albümde görmedim sanma; kimi aşkla yoğrulmuş güftelerde akrostişle yazılmış isimler var” diyorum. “Kırk yıl önce yazdım ben o şarkıyı. Geriye bir tek isim kaldı zaten. Ben kaç yaşıma geldim. Onlar da anneanne olmuşlardır şimdi” diyor. Yine onca acıya rağmen gülüyoruz. Daha doğrusu gülmeye çalışıyoruz

Eşber makamından biraz nihavend biraz hicâz

EREN AYSAN

Tolstoy’un “Savaş ve Barış” romanında ne zaman aklıma gelse hüzünden öleceğim bir bölüm vardır. Nataşa, sevgilisini Anatol’le aldatmıştır ama duyduğu acı, pişmanlık ve utançla yerle bir olmuştur. Bitkin bir halde Andrey’le buluşur. Andrey, Nataşa’ya ilişkilerinin bittiğini ve savaşa gideceğini söyler. Öyle ya… Napolyon Savaşları hararetle sürmektedir. Ancak Tolstoy, yazarlık hünerini, bu buluşma anının gerçekleştiği salonu betimleyerek gösterir. Nataşa piyanonun yanında bembeyaz bir yüzle içinden taşan kederle oturmaktadır. Artık müzik susmuştur. Bir zamanlar genç kızın şarkılar söyleyip dans ettiği yer âdeta ıpıssızdır. Sanki Nataşa piyanoya uzansa, tuşlarına dokunsa yeniden bahar gelecek, çiçekler açacaktır. Nafile!

Baudelaire demişti, “müzik gökyüzünü oyar” diye. Yalnızca gökyüzünü mü? Kimi şarkılar kalbimizi de avcunun içine alıp adeta oymaz mı? Bunları niye mi yazıyorum? Bir ay kadar önce, sabahın eri. Telefonum deli gibi çalıyor. Kolay değil, her gün, “Deliriumland’e Hoşgeldiniz” diyerek uyanıyoruz. Bende bir panik hâli. Telefonun ekranında “Eşber Yağmurdereli” adını görünce korkum giderek artıyor, Eşber Abi’ye bir şey mi oldu diye. Derin bir nefes alıyorum önce… telefonu açıp sesini duyup rahatlıyorum:

“Tamam, biraz erken bir saat ama… albümüm çıktı benim. Sence ne albümü olabilir?”

Sabah mahmurluğuyla yanıtlıyorum onu.

“Şiir mi okudun?”

“Yok…”

“Ud mu çaldın?” ( Çok güzel ud çalar, bu arada.)

“Yok…”

“Şarkı söyledim deme sakın!”

(Kahkahayı basıyor.) “Yok… ama Türk Sanat Müziği bestelerimi Melihat Gülses yorumladı. Adı da, ‘Ey Hayat Aşkla Terbiye Et Beni.’”

Çok değil bir kaç gün sonra albümü dinlerken dalıp dalıp uzaklara gidiyorum. Hani bazı insanlar vardır, varlığını, tanışmanı dayandıracak bir başlangıç, bir belge ve tanıklık bulunmamasına karşın bir izlenim soğanı, bir duygu tohumu vardır. Sanki hayatınız boyunca yanıbaşınızda olmuştur da… siz bunu çok sonra fark etmişsinizdir. Eşber Abi de, Sumru da öyledir benim için. Eşber Abi’nin tarihi biraz Sumru, Sumru’nun tarihi çokça Eşber Abi’dir.

70’li yılların başı. Mülkiye Mektebi’nin merdivenlerinde Arkadaş Zekai Özger’le Eşber Abi oturuyor. Özger’in ölümüne çeyrek var. Akşam bir arkadaş evinde henüz elden ele dolaşan Behçet Aysan şiirleri okunuyor. Tahir Abacı yazıyor çok sonra bunları. Öyle öğreniyorum. O siyah beyaz zamanlardan bir beste düşüyor bugüne, nihavend makamında… Özger’in dizeleriyle: “Güneş doğmaz içimde gecelerim yıl olur/ düşlerim gecelere en büyük yıldız olur / yitirdim aydınlığım ışığımı yitirdim / çaldılar sabahlarım geri getir ne olur?”

Sonrasında devlet dersinde cezalıdır hep. Biraz Eşber-i hüzün, biraz Eşber-i isyan, biraz da Eşber-i hâkikattır o. Yaşadıklarına gülerek anlam katandır. Hikâyeleri rakı sofrasında güzelleştirendir: Hiç unutmam, Eşber Abi ve şair Sezai Sarıoğlu’ndan, daha sonra müze olan Sinop cezaevinin kapısında durdurulup para istenir. İşte o zaman Eşber Abi bilet satma heveskârı görevliye yıllar yılı yattığı cezaevi önünde yapıştırır cevabı: “Devlet zamanında para versek dışarı bırakmazdı. Şimdi üstüne para verip bir de içeri mi sokmak istiyor?” Oradan kalan Eşber’e diye ithaf ettiği Can Yücel’in dizeleridir: “Köşede santurasına dalmış Eşber / on beş yıl sonra göreceği aydınlığı anlatıyor / etrafına toplanmış farelere / Sinop cezaevinde dip kapalıda bile / koşturacak bir açık hava vardır!”

İşte Sinop kalesinde üç şarkı besteler. Acemkürdi makamında güz, hisarbuselik makamında yaz, muhayyerkürdi makamındaki ise bahardır. Kışı bestelemeye ne gerek var? Gönülde umutsuzluğa yer olmasın. Yine de yıllar geçer atom hızıyla. Ve güftesini yazıp bestelediği şu şarkı yükselir göğe: “duy yürekten sevgilim hüznünü baharların / zaman akan bir sudur dönüşü olmaz geri / sürükleyip götürür önünde engelleri.”

Zaman lanetli. Yine de yazmadan edemedim. Beyaz masa örtülü sofralar. Sumru yeni öğrendiği türküleri hemen paylaşıveriyor: “Eren, yeni bir Antakya türküsü öğrendim, hemen söylemem lazım: Ver benim sazım efendim ben gider oldum / süremedim lavantayı konsola koydum.” Sonra uzun ince parmaklarının arasından sigarasını tüttürüyor. En çok kırmızı rujla kırmızı oje seviyor. Birbirimize sürekli oje ve ruj alıyoruz. Çokça gülüyoruz ama giden dostlarımızın ardından ağlıyoruz. O zamanlar Sumru hep yanımızda olacak sanıyorum. Yüzü fotoğraflarını gösterdiği annesine ne çok benziyor. Bu arada Eşber Abi ile Sumru Abla’nın annesi Hikmet Rıza, 1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği güzellik yarışmasının ikincisi. Hani Keriman Halis’in birinci seçildiği yarışma. Ama Hikmet Rıza İstanbul’da yaşamak yerine soluğu bir hemşire olarak Anadolu’nun ücra köylerinde alıyor. Bir fotoğrafı var, atın üstünde. Erzurum köylerinin yollarını aşındırıyor. Aslında hayat karşısındaki tutumuyla Cumhuriyet güzeli o. Aydınlanma güzeli. Eşber Abi’nin ve Sumru Sultan’ın ( Evet, biz ona Sumru Sultan derdik) diğerkâmlığı buradan geliyor. Kınalıada’da tavla oynuyoruz Eşber Abi’yle. Vallahi, pul çaldın diye itiraz ediyorum. Kıs kıs gülüyor. Ya da Ankara’da ‘iyi’ bir falcı bulup koşa koşa gidiyoruz. Eşber Abi, falcının söylediklerini unutmayalım diye arz-u halcisi yapıyor beni. Daha sonra falcının söylediklerini okuyup gülüyoruz. Sumru yine başlıyor türküsüne, illa ki nazire yaparak. “Başımı derde salan bir ağabeyim var benim / bir paşa beyim var benim.” Bu şarkının söylenmesini Sumru’nun ölümünden sonra Mağdule Abla’yla yasaklıyoruz.

Oysa isyanımızı Celali’den almışız biz. Cemal Süreya yazmış, memleketin asilerinin tarihi: “Şelaleye / düşmüştür / zeytinin / dalı / Celaliyim / Celalisin / Celali.” Geriye kalan ince sızıdır işte bu. Aşkla kavrulup üstüne bir de terbiye edilme hâli. Bir tek aşkın karşısında boyun eğilme hâli. Son telefon konuşmamızda, “Eşber Abi, albümde görmedim sanma; kimi aşkla yoğrulmuş güftelerde akrostişle yazılmış isimler var.” diyorum. “Kırk yıl önce yazdım ben o şarkıyı. Geriye bir tek isim kaldı zaten. Ben kaç yaşıma geldim. Onlar da anneanne olmuşlardır şimdi.” diyor. Yine onca acıya rağmen gülüyoruz. Daha doğrusu gülmeye çalışıyoruz.

Tolstoy’un Savaş ve Barış romanında Nataşa savaşta ağır yaralanan Andrey’i bulur. Tek amacı onu yeniden hayata döndürmektir. Artık Moskova ateşler içinde yanmaktadır. Geriye valslerin yapıldığı eşsiz balo salonlarının yıkıntıları kalmıştır. Bir çalgı bulmak kolay değildir. Ama Nataşa, Andrey’in kulağına şarkılar fısıldar. Eşber Abi de, kulağımıza fısıldamış Melihat Gülses’in o güzelim sesiyle yorumladığı şarkıları.