Yüzyıllar önce yakılmış Aydınlanma fenerini ülkeye tuttuğumuzda, 95 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ nin köklerinin, altı yüz küsur yıllık Osmanlı’ ya, onun köklerinin de -yer yer- Bizans’ a temas ettiğini fark ederiz

Eşitlik, özgürlük  ve barış için

MURAT MÜFETTİŞOĞLU mmufettisoglu@gmail.com

İnsanla ait olduğu toplum arasında ontolojik, en yalın anlamıyla yapısal bir ilişki vardır. Durum buyken bireysel aklın mutlak manada özgürleşmesinden söz etmek güçtür. Lakin özerkleşmesi mümkündür ve bireyin kendi elindedir. Aynı mantık toplum için de geçerlidir. Bir halkın ‘kendi kaderini tayin edebilme’ yetkinliğine erişmesi, o halkı yöneten ve/veya yönlendiren ‘üst aklın’ himayesinden çıkmasıyla mümkündür. Söz konusu ‘üst akıl’, halkın bağlı olduğu devletin ideolojisi de olabilir; o ideolojiyi çökertmek isteyen bir grubun ya da önderliğin baskısı da. Öte yandan, bir “militanın” kendi yaşamına ve masum insanların yaşamlarına kastetmesi “özgürleşme” yolunda yaşanan bir büyük çelişkidir ve militanla birlikte onu yönlendirenlerin ‘ergin olmadıkları’ anlamına gelir. (‘Ergin olmak’ ifadesi Aydınlanma’nın ön koşulu olarak Kant tarafından kullanılmıştır). Meşru müdafaadan ayrı olarak, ölmenin ve öldürmenin “zorunlu bir tercih” olduğunda ısrar edenler, çözümsüzlüğün mutlaklaştırılmasına, barış ihtimalinin buharlaştırılmasına ve baskı koşullarının katmerlenmesine hizmet ederler.

‘Merhamet etmenin erdeminden ötürü masumların canına kıymamak gerektiğini’ söyleyecek değiliz. Merhamet, hayırseverlik ve sadaka ahlakında olduğu gibi üstten bakan bir duygudur; son tahlilde mağdurun ya da mazlumun ötede tutulmasını sağlar. Can almanın önüne geçen duygu merhametten apayrıdır ve insan kalmayı başarabilene içkindir. Bu yanıyla kurucu ve bütünleştiricidir. Şu anekdotu akılda tutmakta yarar var: ‘Çar’ın arabası köprüye girmek üzeredir. Devrimciler köprünün ayaklarına yerleştirdikleri dinamiti patlatmak için pusuda beklemektedirler. Araba köprüye girdiği anda bir çocuk da girer. Devrimciler ikilemde kalmıştır. Çar ölürse milyonlarca insan zulümden kurtulacak, ancak çocuk da ölecektir.’ İkilemden kurtulmak için aydın olmak gerekmese de, Aydınlanma etiği şöyle söyler: ‘Bir değer, başka bir değer için yok edilemez!’

Aydınlanma, Orta Çağ’ın karanlığına tepki olarak doğmuş; verili zamanı dönüştürmüş; geleceği de biçimlendirmiştir. Aklı ve ahlakı Orta Çağ’da kalanları da az buçuk etkilemiştir. İdealize edilmiş bir yöntem değildir. Sürdürülebilir eşitlik, kardeşlik ve özgürlük adına bireysel ve toplumsal aklın ‘eleştirel ve özerk’ pozisyonda tutulması çabalarıdır. Kendi içinde farklı bakış açılarına sahip olması doğasından ötürüdür ve her tez birer zenginliktir. Eleştirellik ve özerklik, bir zamanlar skolâstik(dinsel) düşüncenin sonraları faşizmin baskıladığı ‘evrensel etiğin’ yaşamasında ‘olmazsa olmaz’ normlardır ve aynı atmosferin yağmurlarıdırlar. Ne Tanrı kelamıdırlar, ne de sonradan icat edilmişlerdir. Bakmak, incelemek, düşünmek, ifade etmek, çözmek, iyileştirmek, değiştirmek, en önemlisi ‘incitmemek’, beşere içkin fiillerdir. Bu fiilleri ‘yasaklamak’, toplumsal histeriye ve akıl tutulmasına neden olur ki, bugün yaşadığımız olay budur!
Kendine has ilkeleri ve kavramları olmakla birlikte özünde dinamik bir paradigmadan söz ediyoruz. Değişmez ‘doğruları ve yanlışları’ olmadığı gibi, belirli bir sistematiği de yoktur. Bir ideoloji ise asla değildir. Buna rağmen, Aydınlanma düşünürleri ve tezleri arasında güçlü ontolojik bağlar, yapısal ilişkiler vardır. Söz gelimi Marks, Hegel’in olduğu kadar Kant’ın ve Spinoza’nın da ardılıdır. Kimi noktalarda (öncülleriyle) ters düşmesi Aydınlanma’nın diyalektik doğasından kaynaklanır. Ancak her düşünür, feodalitenin ve kilisenin baskısından ötürü yozlaşmış ve zamanla incelmiş ‘toplumsal aklın’ güçlenmesine hizmet etmiştir. Marks’ın diğer düşünürlerden ayrıldığı nokta, majör meseleleri yorumlamakla yetinmeyip, çözüm için pratik öneriler getirmesidir. Dahası, bunun tarihsel bir zorunluluk olduğunda ısrar etmesidir. Bu sayede, Aydınlanma pratiklerinin çıkarcı burjuva anlayışlardan kurtularak ufkunun açılmasına önemli katkılar sunmuştur. Feuerbach Üzerine Tezleri’nin ünlü 11. Maddesi Aydınlanma etiğinin bütünleyici unsuru gibidir: ‘Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.’ Marks’ ın tezleri Feuerbach’ ı olumsuzlar gibi görünse de, eleştirel aklın gereğini yerine getirmiştir. Feuerbach ise, dinsel dünyayı laik temeline oturtarak, hem dinsel aklı dünyevi akıldan ayırmış, hem de, itiraz edeceği veriler sunarak Marks’ın önünü açmıştır. İşte Aydınlanma böyle bi’ şeydir! Bahsi geçen filozofların tezlerini tartışmak amacıyla yazmadım bunları. Niyetim, birikimim elverdiğince -eleştirel aklın ve insani hissedişlerin de yardımıyla- Aydınlanma düşüncesinin hak ettiği şekilde kavranılmasına katkı sunmaktır, özellikle karanlığa gömüldüğümüz şu zamanlarda.



Yüzyıllar önce yakılmış Aydınlanma fenerini ülkeye tuttuğumuzda, 95 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ nin köklerinin, altı yüz küsur yıllık Osmanlı’ ya, onun köklerinin de -yer yer- Bizans’ a temas ettiğini fark ederiz. Bugün bile, mutfak kültüründen müziğe, sanattan zanaatlara, devlet geleneğinden mimariye malum ilişkinin kalıntılarını görmek mümkün. Kaldı ki, iktidarların müdahalelerine rağmen beşeri hayatın özgüllüğünde bölünmenin değil kaynaşmanın izleri vardır. Bu bir rastlantı değil, toplumsal varoluşun doğal kuralıdır. Velhasıl, kronolojik akışlarda mutlak kopuşlardan söz etmek o kadar kolay değildir. Aydınlanma değerleri, Ortaçağ’ın serbest radikallerine karşı tarihsel aklın ürettiği antikorlar gibidir. Buna rağmen, antikorlarla serbest radikaller aynı bünyenin elemanlarıdırlar. Zira, tarihin aktörleri arasında bitmez tükenmez bir çatışma vardır. Özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra çatışmanın boyutları alabildiğine büyümüştür. Bir gün ezilenler lehine sonuçlandığında, geçmişle bağlar tamamen kopmayacağı gibi, Aydınlanma serüveni de bitmiş olmayacaktır. Devrim meselesine gelince: Ona süreklilik kazandıran moment, geçmişten ne ölçüde kopulduğundan ziyade, geleceğin hangi genişlikte ve derinlikte kurgulandığı düşüncesi tarafından belirlenir. Bu bağlamda, baskıcı ve otoriter bir rejimin el değiştirmesi, politikanın yapıtaşlarının da değiştiği anlamına gelmez. Toplumsal yaşamı dokuyan ilişkilerin dönüşeceğinin garantisiyse hiç değildir. En azından tarihsel pratikler bunu göstermektedir. Tespite katılmamak ayrıdır; katılmayıp hakkında düşünmek iyidir. Memleketin tarihi “nesnel ve öznel” yanlışlarla doludur. Bugün siyasal iktidarın, kendi tabanını konsolide etmek ve neoliberal düzeni ayakta tutmak maksadıyla (fütursuzca) kullandığı ‘din ve milliyetçilik’ kartlarını önceki iktidarlardan devraldığını bilmeyen kalmadı. Fark, din ve para vurgularını üçe beşe katlamalarıdır. Bu konuda Engels’ in şu tespiti çarpıcıdır: ‘Materyalizm Fransız Devrimi’ nin amentüsü haline geldikçe, İngiliz burjuvazisi dine sarılmıştır.’

Hatalar iktidarlara mahsustur diyerek devam edelim: Öncü Fransa, Aydınlanma materyalizmini burjuvazinin dar kalıplarına sokmuş, bir daha da çıkartmamıştır. Giyotin cismen sahneden çekilmiş, lakin ruhu bugünlere kadar gelmiştir. “Özgür” Fransa’nın biricik yönetici sınıfı kapitalist burjuvazi, olası rejim tehditlerine karşı anayasal kanunları kullanmaktadır, diğer kapitalist devlerin yaptığı gibi. İngiltere’ ye gelince; Sanayi Devrimi’ne öncülük etmesi işçi yığınlarının oluşmasına neden olmuş, dolayısıyla rejimle ilgili kaygıları ayyuka çıkmıştır. İngiliz burjuvazisi “panikle” kiliseye koşmuş; yetinmemiş, aristokrasiyi –sembolik de olsa- bugünlere taşımıştır. Aydınlanma’nın öncüsü sayılan iki ülkenin rejimle ilgili kaygıları, yüz yıl sonra bize de sirayet etmiş ve benzer “tedbirlerin” alınmasına neden olmuştur. Altı yüz küsur yıllık Osmanlı toplumunun sosyalizmi tercih etmemesine hayıflanacak halimiz yok. Lakin bir kısım “solcu” aydının laikliği (hala) din ve devlet işlerinin ayrılığı şeklinde tanımlaması anlaşılır şey değil. Yaşananlar ortadayken, acaba Engels şunu mu demek istemiştir: “Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil, devletin bizzat dinsiz olmasıdır.”

Aydınlanma, feodal ve skolâstik düşünceye galebe çalmıştır ve fakat yanlış ellere geçtiğinden ufku genişleyememiştir. Sömürü ilişkileri değişmediği sürece, kapitalizmin dayattığı bencil ve dogma zihniyet yaşamaya devam edecektir. Memleketin geldiği noktaya ve altında yatan nedenlere odaklandığımızda ‘aydınım’ diyen herkesin, liberal, sivil toplumcu, ulusalcı, burjuvacı vb. bakışlardan zihnini arındırması; pragmatik ve bürokratik olmayan laikliğe vurgu yapması gerekiyor. Sürdürülebilir eşitlik, özgürlük ve barış adına, bireysel ve toplumsal aklı ‘eleştirel ve özerk’ konumuna oturtabilmenin koşulu –özellikle bugün- budur.