Kadınlar, kimsenin ötekileştirilmediği, cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, dili, dini, ırkı nedeniyle ayrımcılığa uğramadığı özgür, sömürüsüz bir dünya talebini 1 Mayıs’ta dillendirdi.

Eşitlik yoksa özgürlük de yok

Nuran Gülenç

Sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfının, çalışma koşullarını iyileştirmek ve insan onuruna yaraşır bir yaşam için taleplerini yükselttiği, sömürü düzenine öfkesini haykırdığı, mücadeleyi ve dayanışmayı güçlendirdiği günün adı 1 Mayıs.

Tarih sahnesine çıkan işçilerin 8 saatlik iş günü talebiyle başlayan mücadeleleri 1866 yılından itibaren giderek yükseldi. Grevler ve gösteriler güvenlik güçleri tarafından zor kullanılarak bastırılmaya çalışıldı. Şiddet ve çatışma arttı. 1884-1886 yılları arasında dünyanın birçok ülkesinde ABD’de, Japonya’da, Fransa’da Rusya’da 8 saatlik iş günü talebiyle grevler yapıldı. İşçiler yılmadı, grevler, direnişler sonuç verdi ve 8 saatlik iş günü yasalaştı. 1 Mayıs ise 1889 tarihinden itibaren dünyanın her yerinde kutlanır hale geldi. İşçilerin mücadelesi sadece 8 saat ile sınırlı olmadı, çalışma hayatına yönelik birçok iyileştirmenin, yasal düzenlemenin de yolunu açtı.


1 Mayıs işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma duygularını güçlendirdiği, kadar, sermayenin de korkulu rüyası oldu. Yasaklandı olmadı, bahar bayramı oldu olmadı, tekrar yasakladı, tekrar serbest bırakıldı, olmadı. Şimdi de kutlamaların önüne salgın engeli çıktı. İki yıldır da salgın nedeniyle kitlesel kutlamalar yasaklanıyor. Hükümet, başından bugüne çifte standartlı bir salgın yönetimi uyguladı. AKP kongreleri ve yandaş cenazeleri kitlesel olarak yapılırken, salgın hak aramanın ve kutlamaların engeli oldu. Bu yıl da “tam kapanma” ne tesadüftür ki, Perşembe akşamı 19:00’dan itibaren başladı. Sermayenin 1 Mayıs ile imtihanı, işçilerin mücadelesi devam ediyor.

İşçiler Osmanlıdan bugüne en baskıcı dönemlerde bile 1 Mayıs kutlamalarından geri durmadı. Gizli saklı da olsa 1 Mayıs ruhunu canlı tutmak için çabaladı.

Bayram havasında kutlandığı da oldu, kana bulandığı da. 1 Mayıs’lar devletin karanlık yüzünün görüldüğü derin devletin sahneye çıktığı günlerden oldu.

DİSK’in öncülüğünde 1977 1 Mayıs kutlamalarında katledilen 37 kişi, başta olmak üzere 1989’da Mehmet Akif Dalcı ve 1996’da kaybettiğimiz üç işçi devletin karanlık yüzünün delilidir. 1990 yılında İstanbul’da yapılan kutlamalar sırasında açılan ateş sonucu yaralanan ve felç olan İTÜ öğrencisi Gülay Beceren’i de unutmayalım. Bu vesile ile hepsini saygı ve sevgi ile analım.

Aradan geçen onca yıllın ardından 8 saatlik iş günü talebi yasal bir hak olarak kazanıldı. 8 saatin de altına düşen uygulamaların olduğunu da biliyoruz; fiili olarak 8 saatin üzerinde sürelerle işçilerin çalışmak zorunda bırakıldığını da. Eşitsizliklerle, adaletsizliklerle, haksızlıklarla, hak ihlalleriyle, bol sömürü ile dolu, “vahşi kapitalizm” dönemini aratmayan örgütsüz bir çalışma yaşamı var önümüzde. Bunun için mücadele elzem, 1 Mayıs güncel.

Örgütsüzlüğün Bedeli Ağır

Birlik, mücadele ve dayanışma hiç bu kadar elzem olmamıştı. 2021’in 1 Mayıs’ına da salgının gölgesinde girdik. George Orwell’in 1984 adlı kitabında betimlediği zamanlardan geçiyoruz: “Çalışmaktan başka her şey yasaklanmıştı; sokakta, yürümek, eğlenmek, şarkı söylemek, dans etmek, buluşmak, her şey yasaklanmıştı...” Dünyayı kasıp kavuran salgın bir yılı aşkın süredir işçilerin, yoksul halkın kâbusu oldu. Salgın döneminde en temel insan haklarını ayaklar altına alan sömürü düzeni tüm vahşiliğini gözler önüne serdi. Kâr hırsı, aşılar üzerindeki tahakküm, ekonomik destekten yoksunluk yoksul ülkelerin işçilerine ölümü dayattı. Salgının olmadığı koşullarda bile işçilere sağlıksız çalışma koşullarını reva gören sermaye düzeni salgında işçileri ya açlıktan ya da salgından ölüm ikilemine sürükledi. Öyle ki, işçiler dün “evde kal” çağrılarının, kısmi kapanmaların ve hafta başı ilan edilen “tam kapanma”nın istisnası oldular. Servislerle ya da toplu taşıma araçlarını kullanarak işyerinin, fabrikalarının yolunu tutmaya devam edecekler. Dönüp sevdikleriyle eve kapanıp sadece kendileri için değil, sevdikleri için de risk olacaklar. Bugün sokağa çıkma yasağında yapılan iki saatlik geri çekilme ile salgının yayılımını düşürdük diye övünenlerin, işçileri tam kapanmanın dışında tutması, sermaye seviciliğinden ve sınıf düşmanlığından başka izahı yoktur.

Hiçbir sosyal ve ekonomik desteğin açıklanmadığı salgın sürecinde işçilere çalışmaktan başka bir alternatif sunulmazken, bir kısmı ise işsizliğin açlığın pençesinde kıvanıyor. İşçiler yoksullaşırken sermaye ise kâr tablolarını kamuoyu ile paylaşıyor. Tüm dünyada ve ülkemizde sendikal örgütlülüğün düşük olduğu, Anayasa’da adı geçen sosyal devletin son kırıntılarının da yok edildiği bir dönemde salgına yakalandık. Örgütsüzlüğün faturasını da ağır ödüyoruz. Kurtuluş için mücadeleden başka yol yok.

Dayanışmaya ihtiyacımız var

r 1 Mayıs, işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü. Ancak, sınıfın çıkarı her zaman içindeki eşitsiz grupların çıkarlarını ifade etmiyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin hâkim olduğu toplumda sınıf çıkarları da kural olarak erkek işçilerin çıkarlarını referans alıyor. Kadın işçilerin yaşadıkları sorunlar görmezden geliniyor, çözüm aranmıyor. İşyerlerinde kadınların karşı karşıya kaldığı birçok sorun ne işçiler ne de işçi sınıfının çıkarları için mücadele eden sendikalar tarafından dert ediniliyor. Oysaki, kadınlar erkek egemen çalışma hayatında ücretten terfiye ayrımcılık, şiddet ve cinsel taciz, cinsiyetçi istihdam ve cinsiyetçi işbölümü, esnek, güvencesiz ve sendikasız çalışma, sendikaların karar mekanizmalarından dışlanma gibi bir çok sorunla yüz yüzeler. Bu nedenle feminist mücadeleye, feminist politikalara ve 1 Mayıs’larda sesimizi yükseltmeye, dayanışmaya ihtiyacımız var.

Salgınla birlikte yaşanan ekonomik kriz, sosyal korumaların eksikliği, gelenek görenek, fıtrat diye fırsat kollayan gerici muhafazakârlık, içinde bulunduğu imtiyazlı konumu terk etmeyen erkekler eşitsizlikleri daha da derinleştirdi. Salgının yükü halka ve işçilere kesilirken, işçi sınıfının eşitsiz yapısı içinde kadınlar yükün çoğunu sırtlandı. Bu da toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama yolunda attığımız küçücük adımlardan koşar adım geri düşmemize neden oldu. Zaten derin olan toplumsal cinsiyet eşitsizliği uçurumu daha da derinleşti. Kadınların ücretli ücretsiz emeğinin sömürüsü, bedenleri üzerinde artan erkek tahakkümü ve çocuk bakımı, hasta bakımı derken yükleri arttı. İşlerini kaybettiler. Kadınlar arasında işsizlik yüzde 35’i aştı. Kadın yoksulluğu daha da arttı. Günübirlik işlerde çoğunlukla sigortasız çalışan kadınlar gelirsiz kaldı. Ekonomik destek verilmedi. Kadına yönelik ev içi şiddet arttı. Salgın sürecinde bir darbe de, devletin en tepesinden geldi. Kadın erkek eşitliğine inanmadığını her fırsatta dile getiren, hak ve eşitlik kavramını havsalasına sığdıramayan Cumhurbaşkanı 20 Mart tarihinde İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiğimizi açıkladı.

Bu 1 Mayıs’ta da kadınlar taleplerini dillendirmede kararlılar. Her şeyden önce yaşam haklarının güvence altına alınmasını istiyorlar. Bunun için de kadına yönelik şiddetin, kadın cinayetlerinin durdurulmasını, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının geri alınmasını ve Sözleşme’nin ve 6284 sayılı Kanun’un etkin bir şekilde uygulanmasını, işyerlerindeki fiziksel, cinsel, psikolojik şiddet ve tacizin durdurulmasını, 190 sayılı ILO Sözleşmesi’nin imzalanmasını istiyorlar. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için bütüncül bir devlet politikasının hayata geçirilmesi, çocukların bakımı için kreş ve analık izinleri yerine ebeveyn izinlerinin uygulanması, eş değerde işe eşit ücret talebi, cinsiyete dayalı işbölümü ve cinsiyetçi istihdama karşı mücadele kadın işçilerin talebi… Bir diğer talep ise güvenceli iş ve güvenli bir gelecek, sendikalı bir çalışma hayatı. Kadınların sendikalardan da talebi var. Sendikaların etkin bir kadın politikasını hayata geçirmelerini bekliyorlar. Sendikaların karar mekanizmalarında yer almayı, istiyorlar. Eşitlik istiyorlar. Kadınlar, iktidarın tüm hedef gösterme çabalarına rağmen kimsenin ötekileştirilmediği cinsiyeti, cinsel yönelimi, cinsiyet kimliği, dili, dini, ırkı nedeniyle ayrımcılığa uğramadığı eşit, özgür, sömürüsüz bir dünya talebini 1 Mayıs’ta bir kez daha dillendirdiler.