İstanbul Film Festivali’nin 40’ıncı yaşını kutluyoruz. Yaz ortasında, şimdi yerinde bir pasaj olan Konak Sineması’nda gösterdiğimiz altı filmle doğum gerçekleşmişti. 40 yıl sonra bu yıl, pandemi nedeniyle 2020 Festivali’nin filmlerini evde izlemek zorunda kaldık. Doğrusu, filmlerden beni tatmin edenlerin sayısı pek fazla değil.

‘Eski güzel günler’in özlemiyle 40. yaş

Bundan tam kırk yıl önce bir festivalin doğum sancılarını yaşıyorduk, birkaç arkadaşımla birlikte (Bülent’in, Haldun’un emeklerini unutamam). Aydın Gün’ün çağrısı üzerine, İstanbul Festivali içinde (o zamanlar müziğin yanı sıra sahne sanatlarını da kapsayan tek bir İstanbul Festivali vardı) bir film haftası düzenlemek üzere kolları sıvamıştık. Yaz ortasında, şimdi yerinde bir pasaj olan Konak Sineması’nda gösterdiğimiz altı filmle doğum gerçekleşmişti. Daha elektronik alt yazı icat edilmediğinden, elimizde mikrofon diyalogların çevirisini yapıyorduk, tabi filmin sesini kısarak…

Bu mütevazi film haftasının büyük ilgi görmesi üzerine, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, film gösterimlerini ayrı bir döneme almayı kararlaştırmış, ekibe Onat Kutlar, Şakir Eczacıbaşı, Hülya Uçansu, Nuray Muştu, Atilla Dorsay da katılmıştı. ‘Sinema Günleri’nin ‘Festival’e dönüşmesi için birkaç yıl beklemek gerekti. İki de yarışma eklenmişti programa, ulusal ve uluslararası yarışmalar. Sonraki yıllarda, film sayısı hızla artarak, 150’lere tırmandı. Her yıl, Uluslararası Jüri’yi Cannes’da belirliyordum. Cannes Festivali bile imrenir olmuştu bizim jürilere. Hangi yıldı, tam olarak anımsamıyorum, jüride şu isimleri bir araya getirmeyi başarmıştım: Theo Angelopoulos, Manuel Gutierrez Aragon, Catherine Breillat, Krzystof Kieslowski, Greta Scacchi, Nikita Mikhalkov… Şimdi anladınız herhalde, neden o ‘eski güzel günler’den söz ettiğimi…


40 YILIN ARDINDAN

Genç kuşakların bunları bilmesi olası değil. Çünkü bellek özürlü bir toplumda yaşıyoruz. İKSV anımsamazsa, bu festivalin ilk tohumlarının 40 yıl önce kim tarafından atıldığını, on yılı aşkın bir süre festivalin program direktörlüğünü kimin yaptığını, gençler nereden bilecek? ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ değiliz nasılsa… Her neyse, İKSV’den ayrılmamdan bu yana, festivalin hep dostu olarak kaldım. Her yıl, filmleri izlerken bir babanın çocuğunun büyüyüp serpilmesinden duyduğu gururun bir benzerini yaşadım. Bu yıl, pandemi nedeniyle, filmleri evde izlemek durumunda kaldık. Birkaç ay boyunca, 2020 Festivalinin filmlerini izledik. Doğrusu, filmlerden beni tatmin edenlerin sayısı pek fazla değildi. Nedeni, dünya sinemasının kısırlığı mı, yoksa festivalin gençlere seslenme kaygısıyla ustaları bir kenara koyması mı, bilemiyorum. En İyisi, izlediğim filmlerin bazılarına ilişkin düşüncelerimi paylaşayım, kısaca.

2020 seçkisinde izlediğim filmler arasında, Vadim Prelman’ın yönettiği Rusya, Almanya, Belarus ortak yapımı (özgün adı ‘Farsça Dersleri’ olan) “Umudun Dili” ve İsrail-Filistin arasındaki çelişkilere insancıl bir bakış açısıyla eğilen Ameen Nyfeh’in “200 Metre”si, Romen yönetmen Christi Piu’nun Sovyet devrimine yirmi yıl kala bir malikanede buluşan altı kişi üzerinden ahlak ve kültür sorunlarını tartışan“Malmkrog” öne çıkan yapımlardı. Danielle Lessovitz’in “Port Authority”si ilginç, Emmanuelle Carré’nin “Kör Nokta”sı ve François Ozon’un “85 Yazı” ise birer düşkırıklığı idi.

İKSV’nin Şubat seçkisi içinde yer alan filmlerden, Alman Sinemasının ustaları arasında özgün bir yeri olan Rainer Werner Fassbinder’in yaşamından bir kesiti, onun sinemasına göndermeler yaparak anlatan Oskar Roehler’in “Yaramaz Çocuk”u (L’enfant Terrible’in çevirisi pek olmamış ama) ve Yunan sinemasından genç bir soluk, Christos Nikou’nun Oscar’larda Uluslararası Film dalında yarışan ilk filmi “Elmalar” bu seçkinin en iyileriydi. Sean Durkin’in İngiltere-ABD kültürleri arasındaki çelişkileri ve 80’li yılların cinsel politikasını yorumlayan başarılı aile dramı “Yuva”, Yeni dalga ruhunu günümüzde yaşatan Philippe Garrel’in “Gözyaşlarının Tuzu”, Şilili yönetmen Sebastian Munoz’un Mario Cruz’un romanından uyarladığı ‘kuir’ ödüllü film “Prens” ve elbette bir klasik, Marc Caro-Jean Pierre Jeunet’nin “Şarküteri”si Festival seçkisine yakışan yapıtlardı.

POLİTİKACILAR VE BÜROKRATLAR

Costa Gavras’ın “Odadaki Yetişkinler” adlı yeni filmi de, sinematografi açısından olmasa da, ele aldığı tematik açısından önemli bir filmdi. Yunanistan politikasını yakından izlemeyenlerin bile takip etmekte zorlanmayacakları bir kurgu içinde, Çipras’ın yükselişini, verdiği tavizleri ve iktidarı yitirmesini anlatan, bizim gibi ülkelerin sosyal demokrat politikacılarının mutlak izlemesi gereken bir film. Seçimi kazandıktan sonra sağcı ulusalcı parti ile koalisyon yapmak durumunda kalan Syriza’nın akademisyen kökenli idealist politikacılarının çabalarına ve halkın desteğine karşın, çok-uluslu sermayenin çıkarlarını savunan IMF, AB, Avrupa Merkez Bankası ‘troyka’sı karşısında yenilgiye uğrayan Çipras’ın hazin sonundan çıkarılacak dersler var elbet.

Mart seçkisi içinde gereksiz filmlerin sayısı epeyce fazlaydı. Polonya’dan “Ter”, Amerika’dan “Uzaydan Gelen Renk”, İsrail’den “Kiracı”, İngiltere’den “Güzel Poz” gibi filmlerin yanı sıra, Batılı eleştirmenlerin gözdelerinden Tsai Ming-Liang’ın sözsüz filmi ”Günler”i bu listeye dahil edebilirim. Güney Koreli Hong Sang-soo’ya Berlin’de En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran “Kaçan Kadın”, Kelly Reichard’ın 2010 tarihli filmi “Kestirme Yol” ile Philppe Fallardeau’nun yeni filmi ”Salinger Yılım” izlenmeyi hak eden yapımlardı. Küba sinemasının ustası Thomas Gutierrez Alea’nın bürokrasi üstüne kara komedisi “Bir Bürokratın Ölümü” ve Meksika sinemasının özgün kişiliklerinden Arturo Ripstein’in, yaşlılık-tutku-kıskançlık sarmalını müthiş bir görsellik içinde sunan filmi “Bacakların Arasındaki Şeytan” bu yılın en güzel armağanlarıydı.

eski-guzel-gunler-in-ozlemiyle-40-yas-860491-1.

AŞKTAN SONRA, OSCAR’DAN ÖNCE

2021 Festivali’nin ilk paketi olan Nisan Seçkisi güzel bir sürprizle başladı. Aleem Khan’ın BBC-BFI yapımı ilk filmi “Aşktan Sonra”, iki ülke (Dover ile Calais) arasında gidip gelen bir gemide çalışan Pakistan asıllı denizcinin ani ölümü sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Müslümanlığı kabul etmiş İngiliz kadın, ölen kocasının Fransa’da bir sevgilisi olduğunu öğrenince Fransa’ya gidip kadınla karşılaşmaya karar veriyor. Yönetmen, iki değil üç kültürün kesiştiği noktada, aldatılmış iki kadın arasında gelişen empati duygusunu inandırıcı bir dille anlatmayı başarıyor.

Bu ay, her hafta dört filmi çevrimiçi ortamda izlenmeye açıyor Festival. Programda yer alan filmler arasında, pek umutlu olmadıklarım da var, merakla beklediklerim de. Bu yılın Oscar’larında iki kategoride birden yarışan Şilli yönetmen Maite Alberdi’nin “Köstebek Ajan”ı ve Oscar’da Uluslararası Film kategorisinde yarışan Rus yönetmen Andrey Konçalovski’nin “Sevgili Yoldaşlar”ının yanı sıra, bu yılın Cannes seçkisinden Danimarkalı ünlü oyuncu Viggo Mortensen’in ilk filmi “Düşüş” ve İranlı yönetmen Farnoosh Samadi’nin “180 Derece Kuralı”, Fransa’da Sarı Yeleklilerle polis arasındaki çatışmaları beyazperdeye taşıyan “Şiddet Tekeli” merak ettiklerim arasında.

eski-guzel-gunler-in-ozlemiyle-40-yas-860490-1.
Sarayın Sessizliği

David Cronenberg’in oğlu Brandon Cronenberg’in “Possessor”unun bir düş kırıklığı olacağını şimdiden söyleyebilirim. Buna karşılık, Arjantinli Ana Katz’ın “Susmayan Köpek” adlı komedisi güzel bir sürpriz olabilir. Komedi deyince, “Gönül İşleri”ni de unutmamak gerek. Emmanuel Mouret’nin filmi, Lumiere Akademisi’nce yılın En İyi Fransız filmi seçilmiş. İzleyip, göreceğiz. Bir başka komedi de Katalan yönetmen Cesc Gay’in imzasını taşıyan “Üst Kattakiler”. Bir tiyatro oyunundan uyarlanan film, dört kişi arasındaki ilişkilere odaklanıyor. Serüvenlere açıksanız, bir Letonya filmini önerebilirim. İzlemiş değilim, ama çağdaş bir Pamuk Prenses masalı olan “Aynalar”ı izlemek eğlenceli olabilir. Masaldan yola çıkarak, sosyal medya çılgınlığını ve ‘selfie’ narsizmini (Ayna… ayna söyle bana, benden güzel var mı?) anlattığını yazıyor kaynaklar… İzlemenizi önereceğim bir diğer film de, bu yıl hayatını kaybeden, Tunus sinemasının en önemli kadın yönetmeni Moufide Tlatli anısına programa alınan, 1994 yılında Cannes’da Altın Kamera, 1995’te İstanbul’da Altın Lale kazanan filmi “Sarayın Sessizliği”. Bir şarkıcının yaşamını konu alan film, Müslüman ülkelerde kadının yazgısına dikkat çekiyor. İyi seyirler!