“Eski İstanbul’da esas olan zarafetti”

UĞUR ŞAHİN ugursahin@birgun.net

BirGün yazarı ve akademisyen Güven Gürkan Öztan ile gazeteci Serdar Korucu’nun kaleme aldığı ‘Tutku, Değişim ve Zarafet/1950’li Yıllarda İstanbul’ isimi kitap, İstanbul’un yakın tarihindeki ekonomik ve sosyal değişimlerine ışık tutuyor. Biz de Öztan ile kitabını ve 1950’li yıllardaki İstanbul’u konuştuk.

■1950’lerde II. Dünya Savaşı bitmiş, tek partili dönem sona ermiş ve 1950 seçimleriyle Demokrat Parti iktidar olmuştu. Türkiye de savaş sonrası dönemde Batı ittifakının bir parçası olmak için çaba gösterirken, Amerikan kültürü ile ‘tanışma ve kaynaşma süreci’ de hızlanmıştı. Bu dönemin genel özellikleri neydi?
1950’lere kadar Türkiye’de entelektüellerin ve kentli kesimlerin Batı dendiğinde aklına gelen Kıta Avrupa’sıydı. Tanzimat yenilikleri, Fransız kültürünü modernleşmenin simgesi haline getirmiş; Cumhuriyet’in ilk yıllarında da bu gelenek bir ölçüde sürdürülmüştü. Ancak II. Dünya Savaşı sonrasında güç kazanan ABD, Marshall planı çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan gibi ülkelere yardıma başladığında Amerikan kültürünü “tanıtmayı” bir ön şart olarak sunmuştu. Bir yandan devlet eliyle bir yandan da popüler kültür ikonlarıyla Amerikan kültürü antikomünizmin bir nevi kaldıracı oldu. İstanbul bu propagandanın etkilerinin en net görüleceği şehirdir. Radyo programlarından duvar reklamlarına kadar birçok yerde İstanbul ve New York birlikte anılmaya başlamıştır bile. Erken Cumhuriyet’te gördüğümüz Kıta Avrupa’sının kültürel köklerini cumhuriyetçilik ile sentezleme girişimi yerini maddi zenginliği tek modernlik ölçütü olarak gören pragmatik bir dünya görüşüne bırakıyordu.

Tevazudan uzaklaşıldı
■Devamında, 1950 İstanbul’unda bir “tüketim çılgınlığı” var mıydı?
Bugüne bakarsak tüketim çılgınlığı olarak adlandırmak kolay değil. Ama Cumhuriyet’in ilk yıllarında tanık olduğumuz mütevazılığın bir erdem olma halinden adım adım uzaklaşma söz konusu. Savaş döneminde karaborsacılıktan para kazananlar, DP’nin ilk döneminde zenginleşen taşra ve ticaret burjuvazisi servetini İstanbul’da arz-ı endam ederek, eğlenerek, alış-veriş yaparak göstermek istiyordu. Alışverişi özendirmek adına 1954’te Taksim’e bir “reklam kulesi” dahi yapılmıştı. Ünlülere kampanyalarında yer veren markalar, tüketimi teşvik etmek için ilginç pazarlama yöntemleri peşindeydi. Necip Akar’ın küçük sabun paketlerini uçakla İstanbul semalarından aşağıya bırakması bunlardan biridir mesela.

■Bugün “nefes dahi alınamayan” bir İstanbul ile karşı karşıyayız. İstanbul’a göç dalgasının 1950’lerde başladığını düşününce, günümüzde ortaya çıkan bu tablonun o yılların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz miyiz?
1950’ler İstanbul’unun diğer şehirlere oranla çok daha fazla göç aldığı bir gerçek. İstanbul’daki sanayi işletmelerinin çoğalmasına koşut olarak konut sorunu bir numaralı problem haline geliyor. Her ne kadar Levent ya da Koşuyolu gibi yeni semtlerin oluşması ya da apartman tipi konutların artışı o dönemin bir gerçeği olsa da DP hükümetinin artan konut ihtiyacına uygun, planlı bir politika izlediğini söylemek mümkün değil. Kentsel rantı yükseltme ve kentin ürettiği gelirin adaletsiz bir biçimde bölüşülmesine göz yumma eğilimi en çok dar gelirli aileleri ve şehre okumak için gelen öğrencileri olumsuz etkiler. Bir yanda yüksek kiralar nedeniyle evsiz kalanlar diğer yanda şehrin yeni sayfiye merkezlerinde arsa kapatmak ya da yazlık sahibi olmak isteyenler… Şu çok açık 1950’lerde şehirde sınıfsal fark çok daha gözle görülür bir biçime bürünmüştür.

■ Sizce 1950’li yıllardan bugüne “kültürel bir gerileme” yaşandı mı?
1950’lerin kültürel hayatı, bugüne kıyasla çok daha dinamik, çok daha zengin. Bu nedenle kitabın önemli bir bölümü o dönemin eğlence ve kültür yaşamına odaklanıyor. Her şeyden önce DP’den güç alan muhafazakârların modernite eleştirilerine rağmen İstanbul’un kültürel yaşamı seküler ilişkiler üzerine kurulu o günlerde. Aynı zamanda şehrin kozmopolit yapısı içinde gayrimüslimlerin kültürel açıdan öncülük yapmayı sürdürdüğünü görüyoruz. İstanbul’un turistik kıymetinin yeni yeni keşfedildiği 1950’lerde yabancı sanatçıların sık sık şehri ziyaret etmesi eğlence ve kültür hayatını canlandırmıştır şüphesiz. DP’nin 50’li yılların ikinci yarısında muhalif sanatçılar ve yazarlar üzerindeki baskısını arttırması İstanbul’da kentli kesimler arasında büyük tepki doğuruyor.

■İstanbul’da o yıllarda bir zenginlik yaşandığı gibi, “kenar semtler”de de yoksulluk kendisini hissettiriyor. Siz kitabınızda o yıllardaki işçi hareketlerinin yeni yeni ivme kazandığını ifade ediyorsunuz. Bu konuya ilişkin neler düşünüyorsunuz?
İstanbul o günlerde de en büyük işçi kenti. Bu şehrin mayasında hamalların, ustaların, işçilerin yaşama tutunma mücadelesi var. İşçilerin 1950’lerde hem iş hem de sosyal yaşamda karşılaştıkları zorluklar nicel artışa paralel olarak çoğalıyor. İş cinayetleri, hastalıklar kol geziyor. Enflasyon artışının ücretleri eritmesini de bunlara ekleyin. 1950 seçimi öncesinde grev hakkı sözü veren ve İstanbul’da da emekçilerden kayda değer oy alan DP iktidara gelince bu sözünü unutuyor. Grev yasak ama hakkını alamayan işçiler İstanbul’da Yedikule’den Rami’ye 50’li yıllar boyunca birçok greve imza atıyor. Hükümet grevlere karşı tahkikat üstüne tahkikat yürütüyor. Ama dip dalga güçlenmekte. 31 Aralık 1961’de göreceğimiz görkemli Saraçhane Mitingi’nin öncülleri 1950’ler İstanbul’unda saklıdır.

eski-istanbul-da-esas-olan-zarafetti-423263-1.

Eğlence anlayışında değişim yaşandı
■O yıllardaki İstanbul’un eğlence anlayışı ile günümüzde anlayış çok farklı. Bunu nasıl yorumlayabiliriz?
1940’lı yıllara kadar popüler olan Galata meyhaneleri II. Dünya Savaşı yıllarında pırıltısını yitirir. Sonraki yıllarında gözbebeği İstanbul gazinolarıdır. Taksim Belediye, Kristal ya da Tepebaşı büyük otel salonlarının olmadığı bir dönemde hem cemiyet toplantılarına hem de eğlencelere ev sahipliği yapar. Bazen de bunu pahalıya öder. Örneğin sırf İnönü salonunda konuştu diye hükümet Kristal Gazinosu’nu yıktırır.

Her ne kadar televizyona yenildikleri 1980’lerin sonuna kadar tabela değiştirerek varlığını sürdürseler de gazinoların zirve yılları 1950’lerdir. Gazino adabının oturduğu, içkili müzikli eğlencelerin çeşitlendiği bu dönemde Türkiye için ilklere imza atılır. Orhan Boran’ın “ayaküstü gırgırı”, komedyen ikililer ya da yerli caz orkestralarının yükselişi akla ilk gelen örnekler arasında… Dans ve ses yarışmaları şehrin tüm sayfiyelerini sarmıştır. 1950’ler aynı zamanda İstanbul’un görkemli yılbaşı kutlamalarına tanıklık eder. Bugün neredeyse suç gözüyle bakılan, yasaklanan kutlamalar o yıllarda kentli ailelerin iple çektiği ve özgürce kutladığı günlerdir.

■Kitabınızın ismi, “Tutku, Değişim ve Zarafet/1950’li yıllarda İstanbul”. Gerçekten o yıllarda bir “zarafet” vardı değil mi? Bunu biraz açabilir misiniz?
1950’lerin İstanbul’unda her şey güllük gülistanlık değildir ama zarafet asıl olandır. Bunu zorda kalan belediyeye bağış yapan seyyar satıcıda da mahalledeki toplu sünnet törenlerinde de gazino eğlencelerinde de görmek mümkündür. İlişkilere, dostluklara özen göstermenin istisna olmadığı dönemlerden söz ediyoruz.

■1950’ler aynı zamanda Menderes’in “imar harekâtı” yılları; bu dönemde neler yaşanıyor?
Menderes, kendi iktidarının nişanesi haline getirmek istediği İstanbul’da büyük bir yıkım ve imar faaliyeti başlatıyor. 1950’lerin son kavşağında, Fahrettin Kerim Gökay sonrasındaki vali ve belediye başkanlarının adının dahi bilinmemesi Menderes’in fahri belediye reisi olarak hareket etmesindendir. Menderes’in yol ve meydan projeleri kentin tarihsel ve kültürel birikimine büyük zarar verir. 6-7 Eylül’de kiliseleri tarumar edilen gayrimüslimler bir de imar harekâtı sırasında bazı ibadethanelerine elveda demek zorunda kalır. Evleri, dükkânları istimlak edilenler ise hem mahallerinden olurlar hem de istimlak bedelini geç aldıklarından maddi olarak zarar ederler.

Menderes’in imar harekâtına yönelik eleştirilere tahammülü yok gibidir. Kitapta imar işleri nedeniyle oluşan çamurdan şikâyet eden Anastas Hanım’ın ağır cezalık olmasını anlatıyoruz. Sarıyer’deki evine giderken bir tanıdığına şehirde ayakta mest ile lastiksiz gezmenin imkânsız olduğunu söyler ama hükümeti tahkirden kendini mahkeme heyetinin karşısında bulur. O dönemde hükümeti tahkir en sık tesadüf edilen suçlamalar arasındadır.

Özlenen İstanbul…
■Kitabınız İstanbul’un hem ekonomik hem de sosyal değişimine ışık tutuyor. Söyleşiyi sonlandırırken, o yılların İstanbul’unda öne çıkan hususları özetleyebilir misiniz?

Bir İstanbul düşünün, Marmara’dan öyle bol balık çıkıyor ki işçi semtlerinde en çok pişirilen şey balık. Sinek yaptığı için taşınması düşünülen mandıralar iki adım uzağınızda. Şehrin her bir köşesinden denize girildiğinden yazın serinlemek tüm İstanbulluların hakkı. Plajlarıyla, meyhaneleriyle, tavernalarıyla herkesin kendi meşrebince İstanbul’un keyfini sürebildiği yıllar… O İstanbul’da çocuk olmak özgürlük demek, genç olmak umut demek. Bir başka deyişle şimdilerde özlediklerimiz demek…

***

6-7 Eylül...

eski-istanbul-da-esas-olan-zarafetti-423264-1.
■Kitapta bu toprakların gördüğü en büyük utanç günlerinden, 6-7 Eylül Olayları’ndan da bahsediyorsunuz. Bu olayların İstanbul tarihindeki yeri nedir?
Aslında kitabın birçok bölümünde 6-7 Eylül olaylarının izlerini görmek mümkün. O denli planlı ve geniş çapta gerçekleştirilmiş bir saldırı ki Boyacıköy’den Adalara, Çengelköy’den Kumkapı’ya İstanbul’un dört bir köşesinde karşınıza çıkıyor bu vahşet. Yalnızca işyerlerinde de değil; evlerde, okullarda, kiliselerde ve hatta mezarlıklarda… İstanbul için şüphesiz bir dönüm noktası. Belki 6-7 Eylül sonrasında büyük bir göç dalgası yaşanmıyor ama gayrimüslimler sürekli bir tedirginlik içinde yaşamlarına devam ediyorlar.