Bugünlerde Netflix’te yayına giren ‘Âşıklar Bayramı’ filmiyle birlikte ‘baba’ meselesini yeniden düşünürken buldum kendimi. Yönetmenliğini Özcan Alper’in yaptığı film, Netflix’in zorlama şaşırtıcı, yüzeysel ve hızlı, çoğu birbirinin kopyası film ve dizi evreni içinde başka bir yerde duruyor. Günümüzün hız yanılsamasına alışmış biri için başta biraz zorlayıcı gelebilir bu sinema dili, ama o akışa bir kere kendini bırakan biri bastırdığı pek çok duyguyla yüzleşebilme cesaretini de kendinde bulabilir. Filmin zaten en güçlü yanlarından biri, Kemal Varol’un aynı adlı romanından uyarlanmış olması.

Romanın ve filmin detaylarına çok girmeden ‘baba’lık meselesine odaklanmak istedim ben de. Özellikle filmin mottosu haline gelen ve sosyal medyada sürekli paylaşılan bir söz, oldukça ilgi çekiciydi: “Baba dediğin zaten yarım kalmış bir kelimedir.” Hakikaten de bebeklerin ilk söyledikleri hecelerden biridir “ba”, o heceyi art arda tekrarladıklarında “baba” çıkar ortaya, sanki “ba” ile başlayan bir kelimeyi söylemeye çalışıyorlardır. Erdoğan Özmen de, ‘Birikim Güncel’de baba meselesini peş peşe yazdığı üç yazıyla ele almıştı. Şöyle başlamıştı yazı dizisine: “Nasıl adlandırırsak adlandıralım oldukça yaygın ve karmaşık bir mesele bu: Baba özlemi, baba ihtiyacı, baba arayışı, baba nostaljisi, baba işlevi. Edebiyatın, sinemanın, psikolojinin, popüler kültürün, toplumsal ve politik analizlerin başlıca temalarından birisi.” Babaya özlem, babadan nefret, babayla simgeleşen değerler ve beklentiler… Özmen, ‘baba’yla ilgili bu karmaşık durumun nedenini şöyle açıklıyordu: “Baba ihtiyacı/arayışı olarak somutlaşan şey, bir açıdan da hayatlarımıza anlam ve değer veren büyük/ortak anlatıları, inanç sistemlerini ve mitlerimizi, kısacası bireysel hikâyelerimizi kaybetmiş olmaktan doğan boşluktur.”

Ben de bu köşede ‘baba’ meselesini çokça yazmıştım ve o yazılarımdan birisinde Özmen’le benzer görüşü paylaşarak, günümüzde yaşanan ‘baba sorunsalı’nı 1967’de yazdığı ‘Towards a Fatherless Society’ adlı kitabıyla ilk defa duyuran psikanalist Alexander Mitscherlich’in tespitlerinden bahsetmiştim. Mitscherlich, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra babasız büyüyen çocuk sayısına, boşanmanın kolaylaşması ve artmasına, tek başına çocuk yetiştirmeyi tercih eden bekâr annelere bakarak, babasız bir topluma doğru gittiğimizi yazmıştı. “Babasız bir toplumun özellikleri ne olacaktı / karşımıza nasıl zorluklar çıkaracaktı?” sorularına yanıt bulmaya çalışmıştım yazılarımda. Aslında Özcan Alper’in filmini bu denli güçlü yapan da, bu soruların duygusal karşılığının filmde veriliyor olmasıydı. Belki filmi izleyenler gözyaşları içinde ‘baba özlem’i ya da ‘baba ihtiyacı’ üzerine odaklanacak daha çok, ama oğul Yusuf’un yönsüzlüğü, köksüzlüğü, melankolisi, kadınlarla meselesi ya da bağlanma sorunu gibi pek çok şeyin ardında babasının onu nedenini bilmediği ve öğrenemediği bir biçimde 25 yıl önce terk etmiş olması vardı. Erdoğan Özmen, yine babayla ilgili yazılarından birisinde şöyle yazmıştı: “Belki de o yüzden, babamızı kaybettiğimizde bir türlü sonu gelmez tuttuğumuz yasın. Bir sızı kalır hep. Kapanmayan bir şey. Bir cümlenin kesintiye uğraması, sözün muallakta kalmasına benzer bir şey. Demek, babamız hayattayken de, hiç bilmeyiz kim olduğunu bizim için. Onunla bağımız, ruhumuzdaki varlığı hep biraz geride ve karanlıkta, hep biraz belirsiz olarak kalır.” Ki filmde de öyle olur, geriye birkaç fotoğraf kalır sadece.

Freud’dan bu yana çocuk büyütmenin anlamı çok değişti. Melanie Klein’dan itibaren ‘yeterince iyi anne’liğe vurgu yapılırken, günümüzde babaların çocuk yetiştirme görevinde daha aktif bir rol almaya başlamasıyla, ayrıca ciddi bir biçimde sosyal bir hadise halini alan profesyonel bir iş olarak bakıcılara duyulan ihtiyaç arttıkça artık literatürde ‘anne’ yerine ‘bakım veren’ ifadesine daha çok yer verilir oldu. Hatta, özellikle modern toplumlarda gittikçe artan tek ebeveynli aile modeli yaygınlaştıkça annelik ve babalık rolleri de daha çok sorgulanır hale geldi. ‘Bildiğimiz anlamda baba’nın sona erdiği bir toplum, ‘baba’nın değişen rolü, her ne kadar nostaljik ve melankolik etkiler bıraksa da, ‘yeni insanlık’ belki de bu sayede mümkün olacak... Nasıl sorusunun yanıtını aramaya devam…