Balıkçılar kahvesinin penceresinden denize ve martılara bakarken, iç sesim sanki öğrendiği başka bir dille konuşuyor benimle. Eskiden bu manzara, başka hisler verirdi bana. Dönüşüm, sadece anlatılan hikâyenin yeni baştan yazılmasından ibaret değil, o hikâyenin yeni bir dille yazılması belki de… Metindeki içerik ve biçimin birbirini etkilemesi… Adam Phillips, Marx’ın “18 Brumaire”indeki bir tespitini almıştı “Hep […]

Balıkçılar kahvesinin penceresinden denize ve martılara bakarken, iç sesim sanki öğrendiği başka bir dille konuşuyor benimle. Eskiden bu manzara, başka hisler verirdi bana. Dönüşüm, sadece anlatılan hikâyenin yeni baştan yazılmasından ibaret değil, o hikâyenin yeni bir dille yazılması belki de… Metindeki içerik ve biçimin birbirini etkilemesi…

Adam Phillips, Marx’ın “18 Brumaire”indeki bir tespitini almıştı “Hep Vaat Hep Vaat” kitabına: “(…) 1848 devrimi de kimi zaman 1789’un kimi zaman da 1793’ün ve 1795’in devrimci geleneğinin bir parodisi olmaktan öteye geçemedi. Tıpkı yeni bir dil öğrenmeye başlayan birinin bunu hep kendi anadiline tercüme dip durması gibi: Oysa ancak anadiline gönderme yapmadan yenisini kendi gönlünce kullanabildiği ve yeni dili kullanırken anadilini unuttuğu zaman, yeni dilin ruhunu özümsediğini ve kendisini bu dille özgür bir şekilde ifade edebildiğini söyleriz.”

Türkiye’deki siyasi eleştirilerin gelip takıldığı nokta da tam burası, her şey her şeyin bir parodisi. “Yeni bir hikâye lâzım bize” diyenlerin bile, var olan olguları kurtulamadıkları eski dile tercüme ederek hep aynı şeyleri anlamaları… Yerli TV dizilerinden pop şarkılarına kadar her yerde bu parodiyi görmek mümkün. Belki de insanlarda bıkkınlık yaratan şey bu tekdüzelik… Tekdüzelik, bütün arzuları yavaş yavaş söndürür.

Psikoterapide insan eski dilini unutur, yeni bir dil aracılığıyla geçmişiyle şimdi arasında başka bir anlatı sürekliliğini fark eder. Felsefede de, benzer bir biçimde yeni şeyler yeni kavramlarla ya da eski kavramların yeni kullanımlarıyla ortaya çıkar. Yeni dilin ruhunu özümsemenin yolu, Marx’ın dediği gibi eski dile tercüme etmeyi bırakmaktan geçer.

Freud’a göre insanın cinsel açıdan bir yetişkin olması, anne ve babaya gönderme yapmadan cinsel olduğunda, yani çocuk cinselliğinden kurtulduğu ölçüde, bu yeni cinselliği eskisine tercüme etmeden yaşayabildiğinde mümkündür. Pek çok cinsel rahatsızlığın, ilişki sorunlarının, ayrılma ya da bağlanma sorunlarının temelinde bu yeni ve eski dil meselesinin olduğu açık.

Otto F. Kernberg, “Aşk İlişkileri” adlı kitabında, eski ve yeni dil karmaşasının aşktaki karşılığını, cinsel püritenizm ve cinsel libertizmin yan yana gelişmesi ve güçlendiğine dair tespitiyle gösteriyor. Bilimsel içeriği zengin siyasi akımların bile 1960’ların “cinsel devrim” öncesindeki katı ahlakçı tutuma yönelmesini şaşırtıcı buluyor örneğin. Bir yandan da tam tersi yönde toplumun çeşitli kesimlerinde gözlemlenen süperegonun sadistik bastırmasına karşı yaşanan sınırsızlık haline dikkat çekiyor. Cinsel suistimal, ensest ve işyerlerindeki cinsel tacizlerin yoğun bir biçimde ilgi odağına oturtulması, erkekler ve kadınlar arasında karşılıklı güvensizliği de derinleştiriyor ister istemez. Bütün erkekler tacizci, tecavüzcü değil, ama ya öyleyse korkusu… Duyarlı erkeklerin ve kadınların pek çoğu, yanlış anlaşılma korkusuyla hoşlandıkları kişiyle flörtleşme cesareti gösteremez oldu, ama bir yandan da önüne geleni taciz eden ya da hiçbir ahlaki ölçüsü olmayan bir kesimin sınırsızlık içinde davrandığı da malum. Ama iki kesimde de, püriten ya da liberter olsun, bağlanma sorunuyla karşı karşıya oldukları, ayrılamama ya da güvenli bir biçimde bağlanamamalarının çocukluktan yetişkinliğe geçememeleriyle ilişkili olduğu açık. Eski ve yeni diller sürekli birbirlerinin yerine geçiyor, okunulan metni iki dilde birden anlamaya çalıştıkça kafalar karışıyor.

Aşkın kendi dilini kurmasına izin vermek belki de, en güzeli… İki insanın alışkın olmadıkları ama tutkulu bir biçimde özümsemeye çalıştıkları bambaşka bir dilde buluşması…