Sonrasında orta şekerli kahveler, yanaklardan kayan gamzeler, sadecik tebessümler. Yaklaşan felaketin bilinmesine rağmen taşkın olan hiçbir belirti yok yüzlerinde

Eşlik

BADE OSMA ERBAYAV

Parlak ışıkların kısa gölgeleri koyulttuğu saatlerde küçücük bir bahçenin ortasında oturan iki insan. Doğadaki terkedişin alazlı şuası solgun yüzlerinde dalgalanıyor. Sonbahar. Bakışıyorlar özlemle. Avuçları bir buluşup bir ayrılıyor. Çardağı saran asmanın üzümleri bir sarkaç misali sallanıyor tepelerinde. Çok üşümüş bir el gibi okşarken ürperten inatçı bir rüzgâr tenlerini yalıyor. İçeriye girmeyi hiç düşünmüyorlar. Huzurlu olmalılar, belki de âşıklar. Değiller, henüz hiç ayrılmadılar. Biri diğerine dönüp hüzünlü bir sesle mırıldanıyor.

“Sensizliğe alışmak istemiyorum.”

“Erken bunları konuşmak için.”

“Hayır, hayır. Her şey için çok geç artık. Sen de biliyorsun bunu, kendimizi kandırmayalım, çocuk muyuz?”

“Veda değil bu. Elbet devran dönecek. Mücadele bitmez. Şiirlere ayıp olur.”

Gözleri yaşarıyor. Kalkıp kapaklanıyor üzerine, sarılıyor ona sıkı sıkı. Sımsıkı sarıyor kolları bedenini. Cansız getirilen çocuğunu kavramış da kucağında sallayan bir ana, bir baba gibi… Ceviz bir sandığa yıllar öncesinden yatırılmış, zamanla küflenmiş bir bez parçasındaki o yitik rayihayı ısrarla ararmışçasına çekiyor içine kokusunu.

Sabahtan her şey güzel başlamıştı oysa ki. Duvarları, masaları doluydu kitaplarla. Her kahvaltı vakti olduğu gibi gözlerini kapatmıştı ve bir kitap seçmişti kütüphaneden kadın. Neruda’ydı o günün şanslısı. Dün Lorca çekilmişti. Evvelsi gün Seferis gelmişti eline.

“Köhnemiyor” demişti. “Aşkla bezenmiş sözler hiç köhnemiyor. Al işte!”

Aç geldim aç gidiyorum koklayarak alacakaranlığı,

Seni arayarak, arayarak sıcak yüreğini

Çorak Quitratue’de yalnız bir puma gibi.

Sonrasında orta şekerli kahveler, yanaklardan kayan gamzeler, sadecik tebessümler. Yaklaşan felaketin bilinmesine rağmen taşkın olan hiçbir belirti yok yüzlerinde. Saydam. Suskun bir bellek kadar durular. Dinginler. Kabullenme değil de hâlâ adalete güvenebilme duygusu içindeler. Diğeri daha da hüzünlü mırıldanıyor.

“Dün gelmediler, belki bugün…”

“Senin için mi yoksa benim için mi gelecekler önce, ne dersin?”

“Yazı tura atalım mı?”

Yine gülüşmeler. Birbirlerine dirayetli görünmeye çalışırken fark edilen o çok eski, çok derin, çok ilkel tedirginlik... En korktukları an başlarını kaldırıp gözlerinin içine baktıkları o an. Geçiştiriyorlar.

“Kikirdetme beni sabah sabah. Afrika menekşelerim n’olacak? Onları dert edindim.”

“Annem bakar onlara, sen merak etme.”

Gel bir kez daha sarılayım sana… Kucaklıyorlar birbirlerini ayrılmamacasına. Bugün son günleri olabilir, gözaltında kaybedebilirler birbirlerini. Bir kehanet gibi biliyorlar gidenlerin artık geri dönmeyebileceğini.

“İyi ki çocuk yapmadık. Ne yapardı şimdi yavrucak?”

“Bizim yüzlerce çocuğumuz oldu. Kelimelerimiz var. Bir düşümüz var. Dilimizde barış var. Yazdık ya. Deli. Daha ne çocuğu? Kalsa kalsa onlar kalır öksüz yetim.”

“İnandığını söylemenin yanlış olan bir yanı yok, olmamalı, biliyorum. Zaten inanmak da istemiyorum olan bitenlere. Nasıl geldik bu hale biz?”

“En çok seninle konuşmayı özleyeceğim. Sana bakmayı. Böyle kitapları raftan çekip çekip sana yüksek sesle şiirler okumayı…”

“Bavulunu hazırladın mı?”

“Üç gündür bekliyor, dolabın içinde.”

Kapı çalıyor az sonra. Bakışıyorlar. Bu ruhlarını tökezleten ses, darmadağın ediyor düşüncelerini.

Kapıcıdır belki.

Tok bir erkek sesi işitiliyor. “Falanca yazar siz misiniz?”

“Benim, evet.”

“… Size karakola kadar eşlik edelim…”

Gölgeler uzarken beraber çıkıyorlar evden.