Günlük hayatımızda, bazı hayvanların adları, başında belirli takıları olmaksızın anılmaz. Örneğin köpekten bahis olunacaksa mutlaka “affedersiniz” diye peşinen bir özür dilenir. Eşek de...

Günlük hayatımızda, bazı hayvanların adları, başında belirli takıları olmaksızın anılmaz. Örneğin köpekten bahis olunacaksa mutlaka “affedersiniz” diye peşinen bir özür dilenir. Eşek de öyle her yerde alenen eşek değildir, “hâşâ huzurdan, af buyurun eşek” tir. Eşek babalı oğullu anılınca eski filmlerde hele de Kemal Sunal klasiklerinde yalnızca bize özel olan bir küfüre dönüşür. Hoş şimdiki çocuklar bu sözü “biiip” diye biliyorlar ya olsun. Bu öyle bir küfretme şeklidir ki her zaman kızılmaz. Çünkü aynı lafı övgü anlamında da söyleriz, hele ki sevdiğimiz futbolcu şöyle sıkı bir çalım atsın da dinleyin siz düzülen eşek methiyelerini. Öte yandan eşek aynı zamanda her türlü zevzeğin aklında ve ağzında kötü bir cinsel şaka malzemesidir.

Oysa köylük yerde iş başkadır. Eşeğin var ise rahatsın. Vur sırtına odunu! Dağların başında, ovanın düzünde saatlerce yürür. Kolay hastalanmaz, az yer, az içer, az uyur. Üstelik ucuzdur. Eşekler hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde iş vergi kayıtlarına gelince nasıl olmuşsa adamdan sayılmışlar ve ilk kez 1902’de çıkartılan bir kanunla “hayvanat-ı ehliye rüsumu” adı altında her çift kulağa 10 kuruş vergi istenmiştir. Lâkin vergi kaçakçılığı ile baş etmek mümkün olmadığı gibi handiyse memlekette isyan çıkacak gibi olunca hökümet bu kararından çark eder ve kanun 1907’de dondurulur. Cumhuriyet döneminde bu vergi daha farklı ve Türkçeleşmiş isimler ile yeniden gündeme gelir. Rivayet odur ki bu yeni “hayvanlar vergisi”nden alınan bir kısımla da Milli Eğitim çok sayıda okul yaptırmıştır.

Anadolu’da Endülüs eşeği, Malta eşeği, Katalonya, Mayorka, İtalya, Poitou, Mısır, Suriye, Kafkas ve Kıbrıs eşeği olmak üzere on farklı eşek tipi yaşamıştır. Anadolu’nun yerli eşekleri ise iki tiptir: Birinci tip Anadolu eşeği ufak vücutlu, büyük başlı, iki kulak arasındaki mesafe dar, kulaklar uzun, sırt ve omuzları siyah çizgilidir. Boz eşek olarak da bilinir. İkinci tip ise iri vücutlu, koyu yahut siyah renkte, küçük başlı, ince tüylüdür. Bu ırka da kara eşek denilmektedir. Eşekler Anadolu’nun en eski sahiplerindendir. Sümerce’de at yerine “dağ eşeği”, Arap atı yerine de “batı eşeği” gibi kelimeler vardı. Hititler ise ticaret eşyasının naklinde, yük hayvanı olarak en çok eşeklerden yararlanmaktaydılar. Eşek her zaman siyah olarak betimlenirdi. Asurlu tüccarların da Anadolu’ya eşek kervanları ile kalay ve kumaş getirdikleri bilinir. Aslında ehlileştirilmiş eşeklere ilk defa Mısır’da rastlanır. Onlar firavunların makam arabalarıydı, hal böyle olunca insan acaba resmî hizmete mahsus araçlar o nedenle mi hep siyahtır diye düşünmeden de edemiyor.

Yeri geldiğinde okul yaptıran, Milli Eğitimimize pek çok zübükten daha fazla katkısı olan bu bîçarelere Anadolu’da yaptığım yolculuklarım sırasında artık daha az rastlıyorum. Rastladıklarım da çoğunlukla hasta, bitkin ve kırgın. Tıpkı sahipleri gibi. Kayboluyorlar, yitip gidiyorlar. Sadece onlar mı? Atlarımız, katırlarımız, güzelim Denizli Horozu, mis kokulu Anamur Muzu, enfes Adana Patlıcanı, tatlı Ankara Armudu, cennet gibi Çoruh Vadisi, bakmaya doyulmaz Karadeniz sahili de öyle. Yusuf Ziya Ortaç onları tarif ederken “iki kadife yaprak ve upuzun kulaklar” diyor. Torunlarımız böyle giderse muhtemelen o kadife kulaklara hiç dokunamayacaklar, keyifle tozun toprağın içinde yuvarlanışlarını göremeyecekler, “sıpa gözlü” ne demektir anlayamayacaklar bile. Mahallede top oynarken şöyle ağız tadıyla “eşşolusu” dahi demeyi bilemeyecekler. Ata binmenin doğulu olmak sayılıp, ayıplandığı, arabanın ve otoyolun medeniyetin yegâne timsali sanıldığı, ağır sanayinin kurtuluş yolu diye yutturulduğu bu topraklarda kaderleri başka ne olacaktı ki? Aziz Nesin’in bir kitabı vardı “Sizin memlekette eşek yok mu?” diye. Yok Aziz Usta, yok! Kalmadı. Biraz vardı, onları da sur dibinde kestik, ekmek arası sucuk yaptık, yedik bitti çok şükür…

 

*Ustam Eşek, Dostum Örümcek isimli kitabımdan.