Dün gece yatsıdan sonra, yandaş gazeteci kardeşim Sadık Bey aradı. “Biz yakın tarihimizi yanlış biliyoruz,” dedi. “Bu yüzden AKP’ye haksızlık ediyoruz…”

Dün gece yatsıdan sonra, yandaş gazeteci kardeşim Sadık Bey aradı.
“Biz yakın tarihimizi yanlış biliyoruz,” dedi. “Bu yüzden AKP’ye haksızlık ediyoruz…”
Doğrusu, ne diyeceğimi şaşırdım.
Muhalifliğimden ya da yakın tarihe olan ilgisizliğimden değil…
Uyumak üzereydim; gözlerim kapanıyordu…
Fakat kırıcı olmamak için “anlat da doğrusunu öğrenelim,” dedim.

Meğer yakın tarih bildiğimizden başkaymış…
Türkiye’nin demokratikleşme serüveninde, AKP ve onun fikrî selefleri her zaman başroldeymiş…
12 Mart diktatörlüğünde, idam sehpalarında, ‘yaşasın halkların kardeşliği,’ diye bağıranların yanındaymışlar…
Ama biraz utangaçmışlar… Denizlerin idamına evet ya da hayır dememek için birkaç gün Meclis’e uğramamışlar… Çekimser kalmışlar…
Demokrasi tarihimizin ilk büyük devrimine böyle imza atmışlar…
Demokratmışlar…
İmanlıymışlar…
Vicdansızmışlar…

Bununla da kalmamışlar…
Türkiye İşçi Partisi’nin 1970’teki dördüncü kongresine gözlemci olarak katılmışlar, Kürt halkının varlığını dile getirmişler…
Ama içlerinden dile getirmişler…
Dışa vurmamışlar.
Utangaçmışlar, Erbakanmışlar, imanlıymışlar…

 



“AKP kadroları, İsmail Beşikçi’yle aynı matlada yıllarca volta atmışlardır,” dedi Sadık Bey…
“He,” dedim uyku mahmurluğuyla, “atmışlardır…”
“12 Eylül diktatörlüğü sırasında Aydınlar Dilekçesi olarak bilinen girişimin ön saflarında yer almışlardır… Bugünün tatlı su özgürlükçüleri gibi işkembeyi kübradan üfürmemişlerdir…”
“Oha,” dedim uyku mahmurluğuyla, “üfürmemişlerdir…”
“O yıllarda Aziz Nesin’in her daim yakınında olmuşlardır… Hatta ona ilham kaynağı olmuşlardır… Aziz Nesin, Zübük’ü yazarken onların fikirlerinden esinlenmiştir…”

Bunlar meğer eskiden beri ziyadesiyle demokratlarmış…
Hatta müzmin muhaliflermiş, muterizlermiş, mazlumlarmış…
Kendileri yetmişli yıllarda kurulan bütün hükümetlere koalisyon ortaklığı yapmış bir geleneğin temsilcisi değillermiş…
Bir zamanların gedikli bakanlarından etkilenmemişler; onları tanımazlarmış… Tanışmak bir yana, onlarla en küçük bir fikrî akrabalıkları bile yokmuş…
Süleyman Arif Emre arkaik tip sosyal liberalmiş, Şevket Kazan sosyalistmiş. Oğuzhan Asiltürk anarşist, Korkut Özal ve Fehim Adak şiddetle komünistmiş… Hiçbirinin Millî Görüş’le ilgisi yokmuş…
1983 yılında Diyarbakır Cezaevinde yakılan Necmettin Büyükkaya bunların arkadaşıymış…
Bunlar Erdal Eren’i her gece rüyalarında görüyorlarmış… Necdet Adalı’nın, Necati Vardar’ın isimlerini tespih çeker gibi sayıklıyorlarmış…
Bütün bu acı hatıraları böğürlerinde hissediyorlarmış… Bunların böğürleri bu yüzden yanıkmış…

Uykum kaçmıştı…
“Siz daha iyi bilirsiniz; bunlar nereye kadar gidecekler Sadık Bey?” dedim…
Duraksamadan yanıtladı:
“Kanunî’nin gittiği yere kadar gidecekler,” dedi, “büyük ve geniş Osmanlı’ya kadar…” “Viyana’yı mı kuşatacaklar yani? Sahra altına mı inecekler, Persleri mi dize getirecekler? Petrol yalayan Körfez tiranlarını mı? Arkasında iki yüz yıllık ihtira birikimi taşıyan acımasız kapitalist yaratıcılığı mı yenecekler? Geçmişini hâlâ özgürlükle ilişkilendirebilen büyük yanılsamayı mı?”
Bir süre sustu.
Galiba yutkundu.
“Bunlar bizi mi yiyor?” dedim.
“Estağfurullah…”
“Bunlar onların bir karikatürü değil mi?”
“Estağfurullah…”
“Ölümleri gecikmiş zalimlerin mirasına konmadılar mı?”
“Estağfurullah…”
“Sıra ne zaman bize gelecek diye onlarca yıl el ovuşturmadılar mı?
“Estağfurullah…”
“Bu halkın kötü alışkanlıklarını sömürmüyorlar mı? Hak talep etmeyi unutan hak sahiplerini ucuz ve şımarık retorikleriyle şaşkına çevirmiyorlar mı?”
“Estağfurullah…”
“Namaza davet ettiklerini dinden çıkarmıyorlar mı?”
“Tövbe estağfurullah…”
“Sana bir şey söyleyeyim mi Sadık Bey? Bunlardan Kanunî filan olmaz. Bunlardan ancak Torba Kanunîsi olur. Bunlar ancak kendi halklarının, komşularının başına belâ olur.”

“Gidecekler mi yani?” dedi.
“Herkes bir gün gidecek… Burası dünya,” dedim.
“Öyle değil… Put gibi mi yıkılacaklar?”
“Olabilir… İbrahim’in, Muhammed’in yıktığı put gibi yıkılabilirler… Bu arada, dikkat et, sen de altında kalmayasın…”
“Ben, tarih kendilerini aklayacaktır diye düşünüyorum…”
“Niye? Sendikal örgütlenmeyi bitirdiler diye mi?”
“Estağfurullah…”
“İşçileri bile isteye ölüme gönderdiler diye mi? Vahşi bir burjuvaziyi örgütlediler diye mi? Türkiye’nin kıçı kırık demokrasisini dibe oturttular diye mi? Kürtleri on beş sene oyalamaya çalıştılar diye mi?”
“Estağfurullah… Tövbe estağfurullah…”

“Bu dünya Kanunî’ye kalmadı, Torba Kanunîlerine hiç kalmaz,” dedim…
Yine susup yutkundu.
“Ama Viyana’ya gidecektik,” dedi, “yazık değil mi?”
“Yazık tabii,” dedim. “Ömrünüze yazık… Ölen, sakat kalan bütün bu çocuklara yazık… Somalı madencilere yazık, Mecidiyeköy’de yere çakılan on işçiye yazık… Her şeye yazık… Bunları en demokratik haklarımızı kullanarak alaşağı etmezsek… Bize de yazık.”
“Estağfurullah…”