(Zafer Diper’e yanıt…)

Genel olarak estetiğin özgürlüğe götürdüğü, özgürlük mücadelesine ise estetiğin yakıştığı söylenir…

İyi ama doğru mu bu?

Tarih boyunca gezinirsek bunun böyle olmadığını görüyoruz! Estetik ile özgürlük mücadelesi aynı şey değil ve özellikle İkinci Dünya Savaşından sonra, faşizm net biçimde yenilgiye uğrayınca, siyasal-toplumsal karar alma mekanizmalarından da net biçimde “özgürlük mücadelesi” uzaklaştırılmış oldu! Şaşırdınız değil mi? Tuhaf şeyler söylüyorum, farkındayım, rahatsız olanlar olmalı, ama ne yazık ki ve kahretsin ki doğru bu.

İkinci Dünya Savaşı bittiğinde dünya genelinde egemen olan ahlaka baktığımızda, ya da kısaca, egemen olanların ahlakına baktığımızda karşımıza ne çıkıyor? Püriten ahlakın başatlığı ve Püriten siyasal yorumların egemenliği! Peki toplumsal olarak hayatın kendisine baktığımızda ve toplumsal olarak yeni kuşakların eğilimine baktığımızda ne görüyoruz? Direniş ve “eğlence sektörünün” alternatif bir medya işlevi gördüğü ve sanatın kendisinin yeni alternatif yaşam biçimleri sunmaya başladığını… direniş kültüre yöneldi ve yeraltına indi. Ancak yirmi yıl sonra iktidara karşı merkez oldu ve adalet ile vicdanın sembolü haline geldi. İşte 1968’in özeti bu!

O kuşaktan önce, daha 1950’li yıllarda gençlik yeni özgürlük eğilimlerine bakıyor ve Püriten ahlakın onları baskılamasına karşı, hayatı ve hazzı savunan eğilimlere giriyordu. Hayatı savunmak için ve hazzı yaşamak için Devrim ve Aşk ile özetlenebilecek bir sembolizasyona girdi ve karşımızda Estetik ile Direnişi özdeşleştiren 68 Kuşağı’nın söylemi bu temeller üzerine kuruldu. Peki, bugün ne görmekteyiz? Bugün gördüğümüz en temel nitelik: 1968 kuşağının son derece ciddi ve derinden toplumsal kökleri olduğu, iktidara karşı hakikati söylemenin bu kuşak için bir direniş ve yeni değerlere karşılık geldiğini, 1968’in bütün siyasal örgütlenmesine karşın, aslında sivil toplumu dönüştürmeye odaklanmış sivil bir hareket olduğunu ve öyle kaldığını anlıyoruz. Bu hareketin en köklü ifadesini kitleselleşmiş sanat etkinliklerinde ve o dönemlerin çok sevilen deyimiyle “put yıkıcılığı”nda görmekteyiz. Ama Putları yıkarken dikkatli olunmalı, ya kendi putunuzu üretirsiniz, bu çok tehlikelidir, ya da yozlaşma eğilimine girebilirsiniz, bu kaybetmeniz anlamına gelir, ya da kendi ideallerinizi özgürlüğü kurumsallaştırırsınız, ki bu da çok tehlikelidir!

İlk ikisi çok açıktır, hemen anlaşılır, ama son söylediğime çok şaşıranlar olacaktır:

İdealleri ve özgürlüğü kurumsallaştırmak tarih boyunca en yüce ideallerden birisi oldu, ama paradoksal olarak, özgürlükçü düşünce ve ideali gerçekleştirmek mücadelesi gücü eline geçirdiği anda kendisi yıkıcı olabilir, tutuculaşabilir, tektipleşebilir ve baskıcı bir aygıta dönüşebilir. Bunun en ideal ifadesi ve kişide somutlaşmış hali Joseph Fouche ile özetlenebilir. Fouche’nin tarihin içindeki inanılmaz dönüşleri ve dönekliğin sembolize eden karakter haline gelmesi rastlantı değildi;

Fransız İhtilali kelimenin tam anlamıyla Tanrısal Ahlaka ve Kudrete karşı insanlığın girdiği en şiddetli insan-merkezli saldırıdır. Bu saldırının yenilgiye uğradığı her anda Fouche bir saf değiştiriyordu, her idealin yenilgisinde bir başka yeni ve dönek adım atıyordu. Kısacası Fouche kendini reddetmenin ustasıydı.

Dolayısıyla, 1968 kuşağı aslında Dünyanın hiçbir ülkesinde iktidar olmadı, buna karşın dünya genelinde yaşamı büyük ölçüde dönüştürdü, ama ne pahasına? 68 Kuşağı’nın önde gelen örgütleri ya da siyasal temsilcileri aslında düzene iltihak ettiler. Kuşağın hazin yenilgisi buydu. Sanat dünyasına geldiğimizde ne mi görüyoruz? 68 kuşağı bir itiraz olarak sanata yöneldi çünkü kuşağın idealleri ve direniş eğilimleri aslında Savaş Sonrası dönemdeki alt-kültür içinde filizlenmişti. Sanatta ısrar ve sebat edenler, o dönemin ideallerine siyasal figürlere göre çok daha bağlı kaldılar, aşkları kadınlardan daha çok sanata ve ideallerine yönelmişti!... Sonra da direniş ile estetiği birleştirdiklerinde, her türlü direnişin merkezine sanatsal aktivite girmeye başladı. Ama bir süre sonra herkes kendi sınıfsal kökenlerine göre yeniden nizama girdi ve düzene eklemlendi, kuşağın yenilgisinin özeti budur… Bu sürecin parçası olmayan Devrim Hayalinin içinde kaybolan siyasal önderler de giderek “kahraman” oldular, düzen de özellikle onların bedenine saldırdı, çoğunu katletti.
Bugün bakıyoruz ki estetik ile direniş özdeş değil, tam aksine estetik olan direniş anlarında ve eylem anlarında değil, durgunluk ve hesaplaşma anlarında ortaya çıkıyor. Türkiye’de bugün siyasal olarak direniş dibe vurduğu için, estetik yenilgi de zirvede, toplumsal hayatımız en genel itibarıyla düşünce fakiri, sanatsal üretimimiz bu nedenle ahlaki yoksulluk ile “intihalci yağmacılık” arasında geziniyor.

68 Kuşağı’nın yenilgisinden bu yana sanatın kendisi müşteri olarak iktidara karşı direnenlere değil, tam aksi bir yöne gitti! Estetikte ön plana çıkanlar artık en temel müşteri olarak statükocuları ve İktidarı biliyorlar. İnsanlığın yenilgi midir yoksa İdeallerin yenilgisi mi? Dünya genelinde direniş gerilemiş, Estetik de statükoculaşmıştır. Son elli yılın verilen ödüllerine bakıldığında, ne görüyoruz? Giderek ideallerin ve yücelerin yenilgisini anlatan sanat eserlerinin onore edildiklerini!...