İnsanların çoğu ruhen yoksuldur, bu yoksulluğun ardında yatan ise bu insanların aynaya baktıklarında kendilerini görememeleridir. Kendi suretini çıplak göremeyen insanın sanatçı olması mümkün değil, insan içini anlatıyorsa kendisi olabilir, sanatı olabilir ve kendini keşfedebilir.

Bu konuda Fellini’nin söylediği şey çok basit ve doğru idi:


“Bütün sanat otobiyografik niteliklidir; inci istiridyenin otobiyografisidir.”

Dolayısıyla, kendi geçmişiyle yüzleşemeyen insanın sanatı olmuyor, ama eğer sanatçı çok eser vermek istiyorsa ve yapacağı bir şey yoksa sonuç korkunç oluyor. Çünkü bu durumlarda eşsiz sanatçı ayaklarında kendisine, insanlara ve insanlığa hiçbir şey anlatmayan eserler ortaya çıkıyor. Tam da “bir deli bir kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış” durumu,

“Sanatçılar için tümden özgürlüğe inanmıyorum. Kendi başına bırakın, istediği her şeyi yapabilsin, sanatçı nihai aşamada hiçbir yapmaz. Eğer bir sanatçı için tehlikeli bir şey var ise, o tam anlamıyla bu tümden özgürlük sorunudur, ilham için beklersin ve gerisi ardından gelir.”

Bunu da Fellini söylüyor. Türkiye’de öyle filmler yapılıyor ki bir de bakıyorsun, adamın anlatacağı hiçbir şey yok, dert ettiği hiçbir şey yok, mücadelesini verdiği hiçbir şey yok, ama adam film yapıyor, asıl sorun da burada.
Niye peki?

Bu enteresan bir durum, mesela Gelecek … filminin senaryo yazım sürecine katılmıştım, yönetmenin diyeceği ve anlatmaya çalıştığı hiçbir şey yoktu, hiçbir şey, hatta o filmde dert ettiği hiçbir şey de yoktu, kendisi tükendiği anda senaryoya başladı ve sonuçta film pek çok emeği heder etti.

Çok iyi hatırlıyorum, ilk filminin başarısının ardından ne yapacağını şaşırmış, ilişkilerinde birden bire patlama yaşamıştı.

O sıralarda Ankara’da bir Derneğin idarecisinin yönetmenlik hevesi için asistan olarak çalıştı, hesapta ona söz vermiş…

O ilk filmini yapıyor ya, bu da “sanatçı yönetmen” arkadaşa yardımcı olacak. Neyse bir iki hafta devam etti, o sırada Sundance Film Festivalinden yeni projesi var mı yok mu, varsa şu tarihe kadar başvurabilirsiniz diye bir email geldi.


Daha önce hiç düşünmediği ve çalışmadığı halde, filmi orta yerinde bıraktı, ben senaryo yazacağım diye bir kenara çekildi ve ilk elden belgeleri de bana çevirmem için gönderdi:

Ben de gelen metni ikiye bölüp bir arkadaşa çevirmesi için gönderdim, bir bölümünü de ben yapacaktım, çünkü süre çok kısaydı, ama çevirmen arkadaştan metin geri geldi, bunu Türkçeye çevir öyle gönder diye.

Tamamen haklıydı, o kadar kötü yazılmış bir metindi ki her cümle birkaç anlama geliyordu.

Arkadaşın sonuçta çektiği metin ile ilk metin arasında pek bir bağ kalmamıştı, yolda giderken bir dizi başka projeden “aşırı uzun alıntı” yapmış, sonra iş uzadı, tartışmalar ithamlar falan derken işler uzadı, sonra da öylece kaldı.

Bu işler böyle tuhaf şeyleri bir araya getirerek olmaz, sanatçı kendi dert etmediği, mücadelenin bir parçası olmadığı şeyleri büyük bir maharetle anlatamaz. Örnek vereyim: Amarcord filminde komik bir sahne var… Ergenliğinde faşist öncü izci gruplarında yer alan ve Nazi Gemisi’nin geçişine hayran hayran bakan birisiydi Fellini, bundan on yıllar sonra, büyük yenilginin ertesinde Fellini bu geminin geçişini son derece alaycı biçimde anlattı. Onun geçmişi ve geçmişindeki yanılsaması geleceğindeki estetik ve öz-alay dolu ifadenin kaynağıydı. Türkiye’de pek çok sanatçı geçmişiyle hesaplaşmak yerine, geçmişindeki olguları ham ve kaba halde sıralayınca geçmişiyle hesaplaşıyormuş gibi yapıyorsa, bunun adı ruhsal yoksulluktur.

Geçmişimiz ve bugünümüz üzerine film yaparken yönetmenlerimizin ardına düştükleri ne hakikattir ne de çatışmanın köklerine inmektir. Ruhsal yoksulluk olayı en basit ve en yalın haliyle “kutuplaştırarak anlatmak” ve sonuçta ise kolay hedef gösterip kolay haklı bulmaktır. Yeni Türkiye Sineması’nda bütün bunların yanı sıra bir de çok kolay “batsın bu dünya” deniyor, sonuçta karamsar bir tablo çıkıyor ortaya. Aslında yenik karakterlerin büyük sanatçı pozlarına bürünmesi çok saçmadır, yeteneksizliklerini estetik ve gerçekçi olarak gizlemeleri de ayıptır.

Yenilginin ardından biriken esas yapısı itibarıyla, kaçak bilanço çıkarmaktır, bütün bunların nedeni yönetmenlerin de gerçekliği sorgularken vergi kaçırmasıdır. Gerçekliğimizi kuşatamayan ve filmin içinde gerçekliği yeniden kuramayan insanın kaçak bilanço çıkarması olağan değil midir?

Düşünce dünyasındaki fakirliğin bir sonucu olguları anlatırken yönetmenin olguların arasında nedensellik bağı kuramaması sonucunda, Ruhsal olarak fakir filmler çıkıyor. Bunun nedeni estetik ve gerçekçilik arasında biçare insanların “büyük sanatçı” “büyük yönetmen” “büyük auteur” yönetmeni pozlarına bürünmesi çok tuhaf yanılsamalara neden oluyor. En sonunda birisi auteur yönetmen havalarına bürünmek için filmlerinde art arda kargaları göstermeye çalışıyor ve kargaları bir sembol haline getirmeye çabalıyordu. Uyanıklık ile auteur arasında bu bağa herhalde kargalar bile gülüyordur.