“Ne kadar barışıksın kendinle” dediklerinde, kendimle kaldığım zamanların çoğunda kendimi boğazlayasım geldiğini onlara söyleyemem.  “Uzun yaşamak istiyorsan bugünü yaşa” diyenlere ne uzun yıllar boyunca yaşamanın umurumda olmadığını anlatabilirim ne de geçmişle, zamanla olan bağımı… Hele eşyalarla olan ilişkimden kimselere bahsedemem.

Saçma sapan, duygusal bir bağ kurup atamadığım çok şey var. Belki de gereksiz bir bağlılık yüzünden vazgeçemediğim şeyler bunlar. Geçmiş ruh halimi ve anılarımı yüklediğim eşyalar, sırf bu yüzden atamadığım elbiselerim, teki kaybolmuş küpelerim, farklı şehirlerden, denizlerden, okyanuslardan topladığım midyeler... Bu arada kesinlikle belirtmek zorundayım ki teki kaybolmuş bir küpe, teki bulunamayan çoraplara hiç benzemez. Atamazsınız onu. Eşini hiçbir zaman bulamayacağınızı bilirsiniz. Bazen ona yeni bir eş uydurursunuz. İnsanlar sizi uyarır, uyaramayanların gözleri konuşma sırasında kulaklarınızda sallanan farklı küpelere takılır. Gülümsersiniz. Teki yok olan çoraplara yaptığınızı onlara yapamayacağınızı anlatamazsınız. Eşyaların ruhları varmış gibi hissettiğinizi söyleyemezsiniz. Aranızda kimsenin bilmediği ve anlayamayacağı bir dilin var olduğuna inandıramazsınız onları. Belki de hayatınızdaki boşlukları o eşyalarla doldurduğunuzu ve hatta kimine minnet bile duyduğunuzu itiraf edemezsiniz. Bu durumdaki insanların eşyalarla böyle mantık dışı bir ilişki kurmasına manevi boşluğun yol açtığı söylenir, daha da ileriye götürürler bazıları konuyu. İnsanlar yine de yazmayan kalemlerini, üniversite yıllarında tuttukları ders notlarını, sinema biletlerini, eski mektupları, fotoğrafları atamazlar. Benim gibi küpelerinin eşlerini kaybedip, onlara yeni eşler uydururlar. Biz birbirimizi küpelerimizden, çantalarımızın saklı bölmelerinde sakladığımız uğur paralarından, aile büyüğümüzden yadigâr bir tespihten tanırız. Doğru, yanlış aramayız. Onlarla aramıza kimseyi sokmayız. Bir zaman dilimi, bir hayat boyu başkalarına eşlik etmiş eşyalardır onlar belki ve kaybettiğimiz kişilerden bize kalan bir parça sayarız onları. Kendimizden bir şeyler katarız. Çoğumuz bu hallerimizi kendimize özgü sanırız. Başkalarının «saplantı» diye adlandırdığı bu duruma biz «ilişki» deriz. Diğerleri bakar, biz görürüz. Gün gelir hepsini atmayı ya da yakmayı hayal ederiz. Bir de varlığını unuttuğumuz eşyalar vardır; bir köşede yalnızlığa mahkûm edilmiş, sadece taşınırken farkına varılan eşyalar. Demek ki yıllarca onsuz yapabilmişizdir ama şimdi onu yeniden bulunca eski bir dostu bulmuş gibi sevinebiliriz. Bir gün aniden karşımıza çıkmasa özlediğimizi bile fark etmediğimiz arkadaşlarımız gibidirler.

“Çöp ev” dedikleri şey bizim gibilerin yaşadığı yerler için söylenir. Atamadığımız şeyler boyumuzu aşar belki. O yüzden ben çöplüğüme kimseyi sokmam. Başkalarından kalan ve büyük ihtimalle o başkalarının bile unuttuğu eşyaları atamam. Kendilerinin yokluğuna alışmışsam, o eşyaların da yokluğuna alışabilirim elbette. Ama insanın insana ettiğini ben eşyaya edemem. Bazılarından bazen nefret ederim ama atamam. Bazılarını çantamın gizli bölmesinde sakladığımdan, bir çantanın gizli fermuarı olmasının onu satın alırken önemli bir kıstas teşkil ettiğini kimselere söyleyemem. Çantamı çalmaya kalkışan adamın peşinden benden beklenmedik bir hızla koşarak, içinde hazine varmış izlenimi uyandırıp onu umutlandırdığım ve daha sonra hazineden çok bir çöp yığınıyla (ona göre) karşılaştığı ve onu hayal kırıklığına uğrattığım için kendimi hırsıza karşı mahcup hissettiğimi kimselere anlatamam.