Öyle bir zaman ki, Bartın’dan yüreklerimize düşen acıdan başka bir konuyu yazmak mümkün değil.

İyi de ne yazacaksınız? On yıllardır aynı şey tekrar ederken, yazılmadık ne kaldı ki?

İş cinayetleri kader değil. Böyle bir kader planı yok.

İş cinayeti!

Kaç kişinin öldürülmesi cinayettir, kaç kişininki katliam? 33 köylünün öldürüldüğü Başbağlar’a katliam dedik. Sivas katliam, Roboski katliam, Soma katliam kere katliam, 10 Ekim Ankara katliam…

İş cinayeti”ni çoktan geçtik, Bartın’daki de “iş katliamı”!

Katliam sonrası olay yerine giden Erdoğan, sağına ve soluna yüzleri kömür karası iki madenciyi alarak, (O kömür karalı yüzlerin kareye girmesi şart!) “önemli” açıklamalarından birini yaptı: “Tabii birileri bununla dalgasını geçebilir ama önemli değil. Biz kader planına inanmış insanlarız, kader planına inandığımız için de bunun ne dünü ne bugünü ne de yarını hiçbir zaman olmayacaktır. Bunlar her zaman olacaktır, bunu da bilmemiz lazım.

***

Ardından, içinde marketleri ve kafeleriyle bir tür AVM’yi andıran hastanede, bu kez yanında beyaz önlüklü hekimlerle, katliamdan sağ kurtulan madencilerin hayata tutunma umuduna sarılıyor.

Önce iki kömür karası madenci yüzü fotoğraf karesinde, sonra da bembeyaz önlüklü doktorlar! O doktorlar ki, bir başka “önemli” açıklamada, açık konuşularak, “Varsın gidiyorlarsa gitsinler” denmişti.

Kömür karası yüzleriyle madencilerin “güzel ölerek” hayattan, beyaz önlüklü hekimlerin “varsın gitsinler” denilerek memleketten koparılmaları kader mi?

Dün kafamda “kader” soruları dolaşırken, yanı başımdaki televizyonda İsmail Küçükkaya, Etiketimizi değiştirdik, #kaderMi yaptık” dedi.

Kader mi? Ya da kader ne ki?

***

Benim kadere dair seküler düşüncelerim var ama dalga geçmeyip, böyle durumlarda hep “kader”e sarılanları anlamaya çalıştım. Diyanet TV’de kader nedir diye soran Tokatlı hemşerime şöyle cevap veriliyordu: “Yapılan edilen her şey kaderin içinde cereyan eder. Allahü teâlâ bizim yapıp edeceklerimizi biz yaşamadan bilip yazar. (öyle olmasını istediğinden değil) Ancak, bu bizim kaderimiz diye oturup bekleyemeyiz. Öyle olsa neden işe gidip çalışıyoruz, evde oturup yemek bekleyelim.”

Bilimin ışığında ve seküler bir pencereden baktığınızda, kader kaçınılmaz bir sonuç, bir şans ya da öylece olmasını bekleyeceğiniz bir şey değil. O bizim bir seçiminiz ve gerçekleşmesi için çaba sarf ettiğimiz şey!

Kennedy, sorunların insan yapımı olduğuna ve insan tarafından çözülebilirliğine inanan bir politikacıydı, o yüzden “İnsan kaderinin hiçbir sorunu, insanın (gücünün) üstünde değildir.” demiş. Doktrini ile bizim gibi ülkelerin “kader”ine de hükmetmiş bir başka Amerikan başkanı, Harry Truman, “eylemleri” kaderimizi doğuran tohumlar olarak tanımlamış. Öyle kararlar verir ve öyle adımlar atarsınız ki, onlarla sonucun katliam mı refah mı olacağını belirlersiniz!

Nedense kaderin anlamını kutsal kitaplardan öğrenmesi istenen hep yoksullar, emekçilerdir. Onları sömürüp, servetlerine servet katanların “kader” anlayışı çok net. 1981-2001 arası General Electric yönetim kurulu başkanlığı yapan Jack Welch ne güzel söylemiş: “Kaderini kontrol et, yoksa başkası eder!

4 Ocak 1991’de “Gemileri yaktık, geri dönüş yok!” diyerek Zonguldak’tan Ankara’ya yola çıkan on binlerce madencinin büyük yürüyüşü de kendi kaderini kontrolü içindi. Kaderlerini yollarını kesenler kontrol etmeseydi ne Soma katliamı olurdu ne de Bartın!

O madencilerin kaderiyle bizlerin kaderi ortak! Ortak kaderin omuzlarımıza yüklediği sorumluluk da ortak: Bu katliamlara, ancak örgütlenip bir başka dünya için omuz omuza yürüyerek dur diyebiliriz!