Google Play Store
App Store

Prof. Dr. Selçuk Mülayim, “Yüzyıllardır Süleymaniye’nin önünden gelip geçiyoruz; hayranlıkla seyrediyoruz. Çünkü orada inanç ötesi insanları etkileyen bir şey var. Oysa bugün şehre baktığınızda arızalı, hastalıklı yapılar var. Çürük dişli bir ağız gibi” diyor.

Etkisi yüzyılları aşan bir mimar: İstanbul’a ruhunu veren Sinan’ın izleri
Fotoğraf: AA

Tuğçe ÇELİK

İstanbul, pek çok medeniyete başkentlik yapmış eşsiz bir şehir. Osmanlı’nın gücünün doruğuna çıktığı 16. yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılan eserler İstanbul’un kimliğini oluşturmada büyük önem taşıyor. Sadece İstanbul da değil, Edirne’de ‘ustalık eserim’ dediği Selimiye Camii insan ruhunda ve zihninde kalıcı izler bırakmaya devam ediyor. Bugün İstanbul silüeti, irili ufaklı evlerin arasından yükselen devasa, soğuk çok katlı binalardan müteşekkil.

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Selçuk Mülayim, “Mimar Sinan'ın kökenine dair çok fazla tartışma var. Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyan ailenin bir genci. Devşiriliyor, İstanbul'a payitahta getiriliyor ve dünyası değişiyor bu genç insanın. Kendinden önce yapılmış çok güçlü bir mimari gelenek var. Onu harekete geçiren motifler var bu şehirde. Onları gözlemeye başlıyor. Kanuni ile birlikte yıldızı parlıyor” diyor.

Hem Mimar Sinan’ı etkileyen eski İstanbul’u, eserlerinin ortaya çıkmasını sağlayan dinamikleri hem de Selimiye’nin 450. yılında yapının önemini Prof. Dr. Mülayim ile konuştuk.

Şimdi gözümüzü kapadık, açtığımızda 1500’lerin İstanbul’undayız. Tarihi Yarımada'ya bakıyoruz ve ne görüyoruz? 

Galata Köprüsü'nden veya Perşembe pazarından Tarihi Yarımada'ya bakmanızı öneririm. Çünkü silüet oradan iyi gözükür. Tarihi Yarımada'daki yükseltiler henüz önemli yapıları göz önüne alan bir dalga halinde Eyüp sırtlarına kadar devam ediyor. Solda Topkapı Sarayı ve Sarayburnu ile yükselme başlıyor; 60-70 metreye kadar yükseliyor. Ayasofya bir miktar gözüküyor. Oradan Nur-u Osmaniye ve Çemberlitaş Atik Ali Paşa'ya geçiyoruz. Çemberlitaş gözükebiliyordu, Galata ve Perşembe pazarından baktığımızda. Çünkü bu kadar yapılaşma yoktu, düşey bir unsur orada pek güzel gözüküyordu. Sonra Bayezid Camii ki tabii Sinan'dan önce yapılmıştı ve Sinan onu görmüştü. Daha sonra batıya doğru kaydığımızda Süleymaniye Camii ve Külliyesi tepeye yayılmış olarak duruyor. Zamanında bu yapılar çok daha net öne çıkıyor ve belli oluyordu. Çünkü açık alanlardaki serviler, ağaçlıklar, park benzeri yerler; üç katı geçmeyen, kırmızı kiremit çatılı, cana yakın bir mimari bunların etrafındaydı. Kentin Haliç'e bakan, kuzey yamaçlarını rahatlıkla okuyabiliyorduk. Neredeyse benzer bir görüntü Marmara'dan baktığınızda öbür tarafta da bu silüeti takip ediyor. Mimar Sinan'ın bu silüeti kullanarak, bu dalgalanmayı fark ederek yapılar kondurması önemli bir şey. Amerikalı mimar Lloyd Wright, “İyi bir kentsel mimaride toprak ne zaman biter, yapı ne zaman başlar belli olmamalıdır. Bunu başaran iki kişi vardır, biri Sinan, biri de ben” diyor. Demek ki İstanbul'un silüetini karakterize eden şey tepeleri takip eden, toprakla bütünleşmiş yapılardır. Köprü üzerinden seyrettiğimiz zaman kendimizden geçiyoruz. Bugün buraya baktığımızda tabii bambaşka şeyler görüyoruz.

Prof. Dr. Selçuk Mülayim, BirGün’ün sorularını yanıtladı. (Fotoğraf: BirGün)

İstanbul panoramasına bugün baktığımızda gördüklerimiz seyir zevkimizi ve İstanbul’la kurduğumuz ilişkiyi nasıl etkiliyor?

Aksatıyor tabii, arızalı, hastalıklı yapılar var. Yükselmiş, üstü kafe yapılmış, ön görünümü kapatan olumsuz yapılar var. Şöyle bir teklif gelirse hiç şaşmayın, “Bu Süleymaniye'yi yıkalım, şehrin dışında güzel bir yerde tekrar yaparız. Bakın beş yıldızlı neler yapıyorum” diyen biri çıkabilir. Bu aşırı ve bilinçsiz yapılaşma silüeti bozmak üzere ama yine de en korunmuş yer Suriçi. Şehre baktığınızda denge de yok. Çürük dişli bir ağız gibi. Klasik Çağ’da Osmanlı'da mimarlar değişmez ölçü ve esaslar üzerinden gittiler. Mesela Şehzade Süleymaniye'ye; Süleymaniye Selimiye'ye benzer. Benzemezliği de var ama onu mimarlık tarihçisi bilir. Bu yapılar taşıdıkları hava itibarıyla bir geleneği devam ettiren yapılardır. Mesela Sinan bir sabah kalkıp, ‘hep yarım küre şeklinde kubbe yapıyorum, bugün farklı yapsam ne olur acaba?’ diyemez. O geleneğin adamıdır, yapmakta olduğu işi en üst düzeye çıkarır. Sinan'ın kullandığı bütün formlar, Sinan'dan önce bulunmuştu. Kubbe de minare de revaklı avlu da vardı. Hiçbir şey onun buluşu değil. Onun buluşu bütün bu formlarda ölçü ve esaslar getirmiş olması. Herkes notaları kullanabilir ama bir tane Beethoven vardır. Bu istifleme, yan yana getirme, melodiyi keşfetme gibi bir şey. Bugünkü İstanbul için konuşacaksak eğer, İstanbul kitlesel iç göçün hedeflerinden biridir. Bir defa nüfus yığılması, hızlı inşaat yapımı var. Hızlı olan her şey gibi iyi sonuçlar vermiyor bu. İkincisi, evet yasalar da var. Kat irtifa meselesi, Boğaziçi'nde ön görünüm yasası var. Artık doğal sınırlarını yaşamıyor bu şehir; 18-20 milyon insandan bahsediliyor. İstanbul dendiğinde sadece Suriçi söz konusuydu. Galata, Pera, Boğaziçi, Adalar, Kadıköy ayrı tutulurdu. Sur'un dışında artık iki İstanbul daha var. Yakında Tekirdağ ile birleşecek. Hızlı yapılaşma ve kitlesel iç göç durdurulamaz halde.

Selimiye'nin bu yıl 27 Kasım'da 450. yıldönümü. Bizim için neden önemli? Edirne için ne önemi var?

Bu kadar büyük taş bir mimari neden Edirne'de yapılır? Orası eski başkent. İstanbul payitaht olduktan sonra gidip tekrar Edirne'de yapılıyor. Bu soru tam olarak cevaplandırılmadı, cevaplandırılamadı. Bu kadar büyük bir yapıyı Sultan II. Selim neden Edirne'de istedi? Edirne'ye sevdalıydı, çok seviyordu gibi kayıtlar var. Ama bu yeterli değil. Bu kadar keyfi bir seçimleri olamaz. En azından Sinan'ın gidip gelmesi meselesi var. Bosna'dan Van'a Kahire'ye Kırım'a kadar yapıları var. Bu yapıların birkaç tanesi aynı anda yapılıyor. Edirne, o günkü en hızlı vasıtayla, at sırtında 2-3 günlük bir mesafe. Uzun süre Edirne el değiştiriyor. Bulgar, Rus, Yunan işgali yaşanıyor. Bu yapı kendini koruyor. Bir başka teori şu, İstanbul'da artık yer yoktu, gidildi, oraya yapıldı. Bu da çocuksu bir açıklama. Edirne Selimiye'den sonra yapılan Sultan Ahmet Külliyesi ortada. Çok daha geniş bir alana yayılmış vaziyette. Öyle bir istimlak yaptılar ki Sultanahmet'te... Yani isterlerse yer açıyorlar. Edirne'ye yapılmasının sebebi yer darlığı da değil. Selimiye, büyük, tek kubbeli bir bina projesidir. Ana kubbenin etrafında dört eşit yükseklikte minare yükselmektedir. Tam manasıyla saltanatın gücünü gösteren bir prestij yapısıdır. Bu yapıyı ilginç kalan hususlardan biri, o alanda bunun tek olması. İstanbul'a gidip giden yabancı elçiler, temsilciler, diplomatlar Edirne'ye muhakkak uğruyorlar, dinleniyorlar ve bu yapıyı kayıtlarına geçiriyorlar. İstanbul'da Süleymaniye var ama onun rakibeleri de çok, Galata'dan baktığımızda hepsi dizilmiş. Selimiye tek, etkileyici bir yapı. Süleymaniye ve benzeri yapılara göre daha erkek ve asker bir yapı. Süleymaniye bana göre daha feminen durmaktadır. Süleymaniye'de bir yaratma heyecanı var. Öteki oraya bir şato gibi konmuş, minareler asker gibi duruyorlar. Dekorasyonu da ona göre sade tutulmuş. İddiam o ki ciddi bir yapı ve asker havası var orada. 450. yıl için yapılacak sempozyumda ve kitap çalışmamda Sinan ve eserini ele alacağım.

Aşırılaşmış turizm hem kente hem kültürel miraslara olumsuz etki etmeye başladı. Ayasofya mesela bugünkü insan yığınlarını kaldırır mı? 

Turizm ve kitlesel iç göç birleştiği zaman içeride yapılara yönelik basıncın arttığını görüyoruz. Ayasofya, ayinlerde belirli sayıda kişinin içeride olacağı varsayılarak düşünülmüş bir yapı. Şimdi turnikeler insan almıyor. En basiti insan nefesi fresk ve mozaikleri nemlendirerek tahrip ediyor. Yürünerek kat edilen rotalar üzerindeki mermerler ayak sürtmeden dolayı erimeye başladı. Dolayısıyla bunlar aşırı yük. Ayasofya, Turizm Bakanlığı için çok değerli, çok ziyaret edilen bir yer. Bundan vazgeçemiyorlar. Oysa randevulu gezilmesi lazım. Her gün 500 kişi. Turistler çakıyla mozaik söküyorlar, mukaddes bir hediye diye cebine koyuyor gizlice götürüyor. Mozaikler insan boyunun ulaştığı yere kadar sökülmüştür. Yerdeki mermer kırıntılarını bile alıp ceplerine koyuyorlar. Dolayısıyla eğitimsiz insan gözü, bu yapıları böyle görüyor. Tiyatrolar ve diğer yapılar da kontrolsüz kalabalıkların hedefi olmamalıdır. Tabii camiler de öyle. Kontrolsüz şehirleşme geleneksel mimarinin aleyhinedir ve onu kemirir.

Bugünkü mimarimizin bir kimliği var mı sizce?

Hızlı kentleşme nedeniyle çok nüfusun barınabileceği beton kutular yapılmaya başlandı. Sözüm ona bazı mimarlar bir üslup da çıkarmaya çalışıyorlar bunun içerisinden. Bugünkü Türk mimarisinin üslubu son elli yıldır böyle üslupsuz gidiyor. Birkaç küçük deneme var. Mesela Yerebatan Sarayı'nın giriş binası küçücük bir şeydir ama sivil mimari olarak iyi bir denemedir. Zaten sıkıntı da sivil mimaride. Camide bir sorun yok; ya klasiği taklit edeceksin ya da orayla buraya biraz oynayıp ‘işte biz bunu yaptık, bu da bizim yeni tarzımız’ diyeceksiniz. Yeni tarz camilere giden arkadaşıma sordum. Nasıl buluyorsun dedim. Ayağım geri geri gidiyor dedi. Bu ne demek? Kendi cemaatiyle bile iyi tanışmalar yapamayan bir mimari aldı gidiyor demek. Bir gösteri mimarisi, Disneyland gibi. Gereksiz renkler, geometrik dolambaçlar. İyi değil bu. Çünkü en sembolik yapılardan biridir cami veya türbeler. Burada iş karışmış vaziyette. Ölçü ve esas yok. Klasiğe dönerseniz taş gibi. Zaten taştan. O güzel küfekinin yalın ve sakin sadeliğini görüyorsunuz orada. Yüzyıllardır önünden gelip geçiyoruz; hayranlıkla seyrediyoruz. Süleymaniye için de öyle. İnanan inanmayan herkes Süleymaniye'ye hayran. Çünkü orada inanç ötesi insanları etkileyen bir şey var. Bu mimarın gücü.

Mimarimizdeki bu üslupsuzluğu nasıl aşabiliriz? İnsanla mimarinin barışmasını da bu anlamda nasıl sağlayabiliriz?

İnsanla mimarinin barışması üslubu yaratacaktır. Nasıl bir hayat tarzımız olacak ve hayattan ne bekliyoruz? Hangi mekanlarda yaşamak bizi mutlu eder? Bu soruların cevaplarını doğru verebilirsek üslup kendiliğinden doğar. Bir masa başında oturup da ‘haydi beyler, bayanlar bir üslup yazalım. Şurası şöyle olsun, burası böyle olsun, imzalayın da başlayalım’ şeklinde olmuyor bu iş. Hiçbir üslup böyle çıkmadı. Tarihsel üsluplar böyle çıkmadı. Sınırları koyuyorlar. Şurasında şu taş kullanılsın, burasında şu harç kullanılsın. Giriş şöyle olsun, kemerler böyle olsun. Bunlar da üslubu bir yere kadar belirliyor. Ama bugün bütün malzeme standart. Getiriyor çelik karkası kırıyor, üstüne yapıştırıyor bir şeyleri. Orası cam, dışı cam, içi cam. Her yer camekan. Dolayısıyla üslup yaratma şansımız çok az. Bu Batı’da da böyle. Belki Uzakdoğu ve Japonya'da böyle bir şans var. Şans diyorum ama galiba depremin dayattığı bazı zorunluluklar var. O da üslubu belirliyor. Ama buna karşılık Tokyo'da gökdelen yapmışlar. Temelinde bilyalar var yapının. Ne üslubu bekliyoruz bilmiyorum? Doğru, yavaşlatılmış yaşama herhalde doğru üslubu da getirecek