Taraftar olmanın, maçı evde değil de tribünde izlemenin bir sorumluluğu olduğunu hep savundum. Her ne kadar centilmenliği ve medeniyeti savunsam da tribünde bağırmanın; çoşmanın ve hatta kişisel olmayıp yaratıcılık barındıran, küfürlü tezahüratlardan da yana oldum. Çünkü orası tribün bu nedenle de kimlikler ve kişilikler üstü bir yer. Hayatımın her döneminde, hiç ummadığım yerlerde tribünden tanıdığım insanlarla karşılaştım. Sürekli forma ile gördüğüm, omuz omuza tezahürat edip, sarılarak gol sevinci yaşadığım biri ile bir restoranda da göz göze gelip gülümsediğim oldu, bir toplantının farklı taraflarında da karşılaşıp birbirimizi fark ettiğimiz oldu. Kısacası benim gözümde tribün askerlik gibidir. O formayı sırtınıza geçirdiğinizde herkesin aynı olduğu, bir olduğu yerdir.

Sadece kendiminki değil farklı takımların tribünlerinde de zaman geçirmiş biri olarak Beşiktaş taraftarının takımını destekleme şeklini hep sevdim. Çünkü bana göre hangi tribünde olursanız olun, altınızdaki koltuk ne kadar pahalı olursa olsun siz taraftarsınızdır ve maç izlemek kadar destek vermek de görevinizdir. Perşembe akşamı oynanan Liverpool - Beşiktaş maçında televizyondan gelen sesler maç Anfield’da değil de İnönü’de oynanıyor hissi yarattı. Takımının “Gücüne güç katmaya” giden futbolseverler, “Burası İnönü buradan çıkış yok!” diye evimizin salonunu inletti. İngiliz polisine üçlü çektirmeler, sokaklardaki neşeli görüntüler de hepimizi gülümsetti. Oysa ki son zamanlarda zaten boş olan tribünlerde bir oturma, bir sessizliktir gidiyor. Kişisel olarak tahammül edemediğim “çök çök” sesleri bile tarih oldu ayağa kalkan olmadığı için.

Bu vesileyle her futbolsevere sesleneyim! Tezahürat etmek, sevincini ve coşkunu yaşamak, takımına manevi destek vermek sizi küçültmez. Bağırmıyoruz diye kafamıza davul tokmağı yediğimiz yıllara dönelim demiyorum ama unutma orası tribün. Görüyorum ki Mourinho sakinliğinde, kollarını bağlayıp, formasız ve hatta paltonun yakalarını kaldırıp, gözlerini kısıp uzaklara baka baka maç izlemeye meyletmişsin, etme!

Irkçılık
Türkiye’de futbola dair hep kötü şeylerden bahsetmiyoruz. Irkçılık ve bu yöndeki aşağılamaya yönelik hareketlere  ülkemizde pek rastlanmaz. Yakın tarihteki mevcut örnek de Emre Belözoğlu ki o da ettiği lafın saçma olduğunu kabul etti. Zaten bir Türk futbolcunun renk ırkçısı olabilme ihtimali pek zayıf bir ihtimal. Emre’nin dediği her ne kadar affedilemez olsa da kökünde ırkçılık değil aşağlama isteği yattığını düşünüyorum. Son olarak Paris Saint Germen maçı için Paris’e giden Chelsea taraftarları Moritanya asıllı Fransız bir vatandaşın metroya binmesine engel oldular. Bununla da kalmayarak “ırkçıyız ve bundan memnunuz” tezahüratları eden taraftarlar ısrarla metroya binmeye çalışan siyahi vatandaşı iterek, içeri sokmadılar. Sadece taraftar olarak değil insani boyutu da anlaşılır gibi değil. Stat dışında üstelik sivil bir vatandaşa yöneltilen bu ırkçı davranış karşısında insanın tüyleri ürperiyor. Şükürler olsun ki Chelsea yönetimi olaya karışan taraftarlarını tespit ederek ömür boyu Stamford Bridge’e girişini yasakladı. Umarım bu traz haberleri sadece uzaktan okumaya devam ederiz.

Toplumsal hafıza
Ülkemizde ırkçılık yok ne güzel! Ama deseniz ki onun dışında güzel ne var, hatırlamıyorum. Zira toplumsal hafızayı oluşturan bireylerden biri de bensem, benim de hafızamın balıklara taş çıkartması gerek. Ülkemizin kadına şiddet ile sarsıldığı günlerde hafızasına azıcık güvenen tüm bunların kısa zamanda unutulacağını maalesef biliyor. Bizleri galeyana getiren tüm olayların ardından giydiğimiz siyahlar, attığımız twitler, katıldığımız yürüyüşler gibi unutulup gidecek. Soma gibi.

Buradan da yazdım geliri Soma’ye gönderilecek iki futbol maçı oynandı. Galatasaray ve Atletico Madrid arasında İzmir’de oynanan yardım maçına nerdeyse 13 bin kaçak seyirci girmesi şok yaratmıştı, sonra unutmuştuk. Hazır hatırlamışken; soralım, yollanması gereken yardım paraları yollandı mı? Hayır! İspanyol takımı ile masraf konusunda anlaşılamadığı için yedi ay önce oynanan maçın geliri hesaplanamadı ve para yolllanmadı. Pes! Koskoca kulüp gerekirse kendi kasasından, gerekirse yöneticilerinin cebinden ödeyemez mi bu parayı? Sonrasında masraf umduklarından fazla çıksa da “helali hoş olsun” diyemez mi? Tamam balık hafızalıyız da bu kadar da değil!