Euthymia

> Ateş İlyas Başsoy atesilyasbassoy@gmail.com

Onu tanıdığımda çocuktu. Gelip bana şarkılar söyledi. Sonra nasıl olduysa söz Afrika’daki soykırımlara geldi. “Biliyor musun?” dedi. “Komşuları, oğlan çocuklarının ellerini kesiyormuş, silah tutmasınlar diye. Çocukların bir kısmı kan kaybından hemen ölüyormuş ama bazıları da yaşıyormuş. Ve sonra bu çocuklar, kollarını kesen komşudan birkaç metre uzaktaki evlerinde büyüyorlarmış. Böyle yüzbinlerce insan varmış Afrika’da, elleri olmayan ve onları bu duruma sokan cellatlarla aynı sokakta yaşayan.” Son cümleyi tam söyleyemedi ve ağlamaya başladı.

Ne diyeceğimi bilemediğim için, söylenecek en saçma cümleyi seçtim: “Biliyorum çok üzücü bir şey ama merak etme biz buradayız ve Afrika çok uzakta.” Sonra sanki var oldukları için şükretmesini ister gibi iki küçük elini tuttum ve ikisini de tek tek öptüm.
Onu bir daha uzun süre görmedim. Zaman benim yaşımda ciddi bir öykü gibiyken, onun yaşında sürprizli bir karnavala benziyor olmalıydı.

Arada mektuplar yazar ve güzel şeylerden bahsetmeye çalışırdı. Ne yazık ki dünyada Afrika’daki çocuklar gibi bin türlü dert vardı ve bu dertler en güneşli cümlelerinin üzerine bile hüzünlü bir bulut gibi düşerdi. Bir ara Hindistan’daki kast sistemine kafayı taktı. Böyle renkli giysiler giyen ve neşeli şarkılar söyleyen bir ülkede bunca zalim bir sistem nasıl hala ayakta kalabilirdi? “Evet ama” derdim şakaya vurarak, “Orası Hindistan, taaa nerede...”

Bir gün beni ziyarete geldi ve artık büyümüş elleriyle Kabe yönünü göstererek, “Oradan kara bir sis yayılıyor,” dedi. Gençliğin coşkusuyla böyle sözler söylüyordu ama bir yetişkin olduğumu anımsayıp, “Bunu herkesin içinde söyleme sakın,” dedim. Artık dövülerek, vurularak, kafasına gaz fişeği atılarak öldürülme yaşına gelmişti, sözcükleri daha dikkatli seçmeliydi.
Onu tanıdığımdan beri ilk kez soğuk bir ifadeyle baktı bana: “Demek büyümek bu...” dedi.
“Büyümek,” dedim, “Kendini gizleye gizleye kaybetmektir.”

Sonra Pearl Jam’in ilk albümünün nefis olduğunu ve grubun solisti Eddie Vedder’ın her yeni albüm öncesinde verdiği röportajlarda, “Bu kez çok daha iyi bir albüm yaptık,” dediğini, bunun saçmalık olduğunu ve ilk yıllarında bize muhteşem birkaç albüm hediye eden bu grubun, yaşlandıkça her seferinde daha ruhsuz, daha heyecansız albümlerle içimizi baydığını anlattım.
“Bu örneği kendi fikirlerine destek için mi verdin?” dedi. “İşte bunu anlamıyorum. Her konuda bir örnek seçebilirsin. Bir fikirle ilgili bir örnek veya bir alıntı bulduğunda, bu o fikri daha doğru mu yapıyor? John Lennon gençken kıçını salla diyen şarkılar söylüyordu ama yaşlandığında “Din yok, mülkiyet yok, sınırlar yok” diye dünyanın en güzel şarkısını yaptı. Birçok yazar en iyi romanlarını altmış yaşlarında yazıyor. Beethoven ömrünün son baharında, hem de kulakları sağır olmuşken başyapıtını yarattı. Al sana, senin tezinin tam tersi iki örnek. Şimdi ne oldu? İki bir öne mi geçtim?”

“Örneğin Guns’n Roses, yirmi yaşlarında efsane üç albüm yaptıktan sonra, bir daha iki notayı bir araya getiremedi” diye skoru eşitlemeyi düşündüm ama aklıma Queen’in Innuendo’su gelince sustum. Hatta susmakla kalmayıp, ellerini tuttum ve öptüm. Kendinden genç birine yenilmek güzeldi ve bunun keyfini çıkardım.

Zamanla korkunç hikayeler yakınlaştı. Çoğu çocuk onlarca köylünün üzerine insansız uçaklarla bomba yağdırmışlardı ve endişeli modernlerin baş tacı ettiği bir yazar, “katırların imha edilmesi iyi oldu” yazmıştı. Bu ahlaksızlık onu on yaş birden büyüttü. “Yaşadıkları özensizlikler genç kadınların ışığını yirmi sekiz yaşında söndürmeye başlar ve çoğu yolun yarısında kara bir güneşe dönüşür” diye bir yazı okumuştum. Işığı sönüyordu ve daha yirmili yaşların başındaydı.

Bir gün akranı bir delikanlıyı sokak ortasında döve döve öldürdüler. Buna kahroldu ama onu daha da kahreden, toplumun büyük bir kısmının bu vahşeti sessizce onaylaması oldu. Saçlarında beyazlar çıktığını gördüm.

Ahlaksızlığın böylesine meşru oluşu, onun gibi genç insanları hasta ediyordu. Erken ergenliği hormona bağlayan doktorlar, erken ihtiyarlığı neye bağlayacaklarını bilemiyorlardı. Bu ülke çocukları ve gençleri öldürüyordu, kimini bedenini, kiminin ruhunu.
Güçlü bir bomba gürültüsüyle üst kapının kırıldığını anladım. Bina içinden çatışma sesleri gelmeye başladı. Bodrum kapısının demir olmasının bir önemi yoktu. Kapı kirişlerine patlayıcı yerleştirdiklerini hissettim.

Sol elimde tuttuğum tabancama baktım. Belki içeri girecek ilk kişiyi vurabilirdim ama doğuştan katilliğe kodlanmış birine ahmakça acıdığımdan mı, yoksa böyle bir zebaniyle aynı kara treni paylaşmak istemediğimden mi bilmiyorum, tabancayı kenara baktım.
O da benim gibi kapıya bakıyordu. Sağ kolumu omuzuna attım ve var gücümle sarıldım.

“Biliyorum çok üzücü ama merak etme, biz buradayız ve kapı çok uzakta” dedim. Bana baktı ve gülümsedi.
Ellerini tutmak istedim ama vaktim olmadı.