Ev Alfabesi-1

Ayna: Aynayla başlasın istedim bu ev alfabesi. Dilimde Behçet Hoca’nın “Nilüfer” şiirinden o dize, “Beni bana gösterecek aynamdı almışlar”, kelime oyunu ise de aşk olsun Necatigil’e, iyi ki kelimeyle oynamış, bir aynadan bin anlam çıkarmış. Şiirin hocası, sözcüklerin de hocası olacak elbette, hem şiir de kelimelerle yazılmaz mı? Mevzu hem derin hem serin, isterseniz hiç girmeyelim! Sabah ayna ile uyandım eve. Gözlerimi aynaya açmadım, hayır. Fakat tam o uyanma ile yataktan kalkma arasındaki yarı uyur dönemde, acaba bilinçaltı akımı dedikleri böyle bir şey mi, cümleyi kurdum mu yoksa buldum mu bilmiyorum artık, fakat ayna üzerine çooook özlü bir şey söylemek üzereydim ki… Kalkıp yüzümü yıkamaya gidinceye dek ne ayna kaldı ne de cümle. Tamam, cana gelmesin de aynaya da gelmeseydi, daha doğrusu cümleye gelmeseydi iyiydi bu sefer! İnanır mısınız bilmem, pazartesi sabahından bu yana, şimdi perşembe öğleden sonra sularındayız, ‘ayna ayna söyle bana!’ deyip duruyorum. Lakin ayna bana küsmüş mü gücenmiş mi yoksa kırılmış mı bilmiyorum, yüzüme bile bakmıyor! Demek Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Aynalar yüzümü tanımaz olur!” dediği yaşa gelmişiz! (Onun dediği 35 yaş!) Bence daha da ileri yaşlara gelip, Necip Fazıl’ın “Bu Yağmur” şiirindeki dizeyi Tarancı’ya yazmışız! Uzatmayalım, aklım aynada değil o cümlede kaldı, bulunca yazacağım size de, bulamazsam “Ayna olsam size çok kırılırdım!” deyip yürüyeceğim! (A: Ahşap-Akşam-Anı- Anne-Avlu-Aşk-Aile-Aneanne-Ağabey-Abla)

Bavul: Anılar için hep oradadır. Yerinden fazla kımıldatmaya gelmez. Hatta üzerine yazmak gerekir: Dikkat hatıradır, kırılır! ‘Kırılır’ yazacakken ‘kırışır’ yazmışım, sonra da düzelttim. Aslında hatırada ve yazıda kırışıklığı düzeltmemeli, asıl o zaman kırılır! Bavul, anılar bekçisi gibi. Yolda durmaz, evde durur. Sanmayın ki bir köşede unutulur. Sadece unutulmuş gibi durur. Kendini unutturur ki evin yeni anıları olsun, bavul da hem tıka basa dolsun hem de sevinçten, kederden gözleri dolsun! İçi kıpır kıpır olsun! Yerinde duramasın ama gözümüzün önünden de ayrılmasın! Bavul, ev uygarlığının klasik deyişle en ‘nadide’ parçalarından biri. Dünya durdukça durası, içi hatıralarla dolası. Sezai Karakoç’un, Türk şiirinin en sevdiğim şiirlerinden olan “Köşe” şiirinde yazdığı gibi tıpkı: “Evlerinin içi ayna döşeli/Ayna hatıra gözler ve sevmek/Benim aşkım binbir köşeli ah binbir köşeli/Bir köşe gidince bin köşe yeniden gelecek/Ayna hatıra gözler ve sevmek.” (B: Balkon-Bayramlık-Behçet Necatigil-Bahçe-Baba-Babaanne-Birader)

Cam: Camdan cama candan cana, yalnızca uyak ve ses yakınlığından değil, sahiden de o kadar yakın olunduğundan, olunabildiğinden söylenir. Yüz yüze bakmak gibi bir şey, göz göze gel, kalp kalbe karşıcı çıksın, sözler aynı anda ağızlardan dökülsün, canlar canını aynı anda bulalım da bu canımız yağma olsun, sonra da camdan cama seslenelim: Huu komşu can… Camdan Kalp adını da kendisini de en çok sevdiğim yerli filmlerdendir, Fehmi Yaşar onu çekip gitmiştir. Kalp camdandır, kırılır. Ev de bazen. (Bizim ‘yoldaş şair’ Ali Mert Öztürk’ün dediği gibi ‘bazenleri’. Onunla Stalingrad günlerimiz var, niyet ettim kısmet olmadı, kısacık yazacağım, ama öykümsünün bitişini şimdiden söyleyeyim: “En bıyık Stalin, başka bıyık yok!” Var mı?) Ben de bir yerden sesini anımsıyorum camın. Kırılma sesini elbette. Cam ‘bazenler’ eve kırılır, ‘bazenler’ içimizde kırılır, ‘bazenler’ gördüğüne, gösterdiğine kırılır. Camda hem evin hem kalbin şiiri vardır, kimileyin ikisinin bir kadehte buluştuğu rivayet olunur, bu meyin dem olması gibi bir şeydir, zira çok incedir… Kırılır! Camın sesi şiire kadar duyulur, gazel olur: “Can içinde cam kırılmış, söz düşküne kalmıştır/şaşkına bir can düşmüş, canda kırık kalmıştır.” Evvelden de evvel giden ahbaplardan şair Cenk Koyuncu’ya adanmıştır, keşke adamasaydım, öyle gepegenç, düpedüz, güpegündüz ve hepimizin gözleri önünde gideceğini anlamışım da onun için yazmışım gibi geldi bana, Cenk, yani Otoben’in şairi. 39 yaşındaydı, “Hiçbir şeyim yoktu benim her şeyimi aldılar” dedi uçmadan önce. Çöl kimsesiz kaldı. Kalmaz ama ev var. Ev işte, camekan. (C:Cigara-Can-Cem-Ceviz-Civar)

Çocuk: Her şey öyle kurulmamış mıdır, dünya da, ev de, sokak da, hayat da ve daha? Yeni çocuklar eski çocuklar olduklarında ve artık onlar evin gözünün içine, ev onların gözünün içine baktıkça, ev sanki bir anne oldukça … Ev hem yeni şekerlenmeye başlamış bir tatlı gibi lezzetin son demlerini yaşayıp hem de birazdan ‘tadından yenmez’ hale gelince, ikinci çocukluğun da bayrağı yarıya çekilince… Ah o çocuk, ilk çocuk yani, ikinci çocuğun hayalinde belirir, ‘bir çocuk’ der, ‘bir yerden tanıyorum, kimlerden olduğunu çıkaramıyorum, iki-üç gündür görünüp kayboluyor!’ İnsan iki kere çocuk olur, ilk çocukluğu son çocukluğunun elinden tutup gezmeye götürür sonra. Hepimizin elinden tutacak yine çocukluğumuz. O yüzdendir ‘çocukluğunuza iyi bakın!’ demeler. Babamı, Eskişehir’de evimizde son günlerinde o çocuğu sayıklarken duymuş annem birkaç kez. Birkaç gün sonra da iki çocuk el ele tutuşup gittiler Gül’ün evinden, bahçesinden. Ev işte yeni çocuklarla eskiye eskiye öyle… (Ç: Çatı-Çay-Çerçeve-Çiçek-Çivi-Çöl-Çevre-Çit-Çınar)

Duvar: Duvar değil, dört duvar. Tek duvar, arayış, iki duvar, bekleyiş, üç duvar, açılış, dört duvar, dönüş. Her ev bir gezegen. Kiminde su bulunuyor, kiminde oksijen, kiminde bir uygarlığın izlerine rastlanıyor, kiminde ışık kaynağı var, kiminde hiçbir yaşam belirtisi yok. Keşif sürüyor. Fakat kim demiş ev, dört duvar diye! Ev çokduvar, evde çokduvar var, insan kısım kısım yer damar damar ev duvar duvar! Labirent. Onu uzun uzun, dolaşık karmaşık, dargın barışık “L” maddesinde yazacağım. Duvar evin matematiği. Geometrisi de sayılır. Çokgen, dik açı, dört işlem… İkiyüzlü, çokyüzlü. Sır odanın, kozmik odanın, mistik odanın, her odanın yüzü. Evin yüzsüzlüğü. Şımarıklığı, doymazlığı, talepkarlığı, hırsı. Evin hem mapusu hem gardiyanı. Hem hemi hem de hemi. Gelişigüzeli değil asla, içten pazarlıklısı, hesapçısı, işin bileni. ‘Sükût ikrardan gelir!’ deyip güleni. Evin beyi, reisi, beylerbeyi. Duvar mı, evdeki cehennemin dibi! (D: Dolap-Divan-Demlik-Dantel-Dışarısı-Dırdır-Dalgın-Dede)

Eşik: Resimde çizgi, müzikte nota, şiirde boşluk neyse, evde de eşik o. Hem ayrıntı gibi duruyor, ne incelik! Hem de olmayınca aranıp soruluyor, ya hu şurada olacaktı! O yüzden unutmamalı hiç unutmamalı. Yazıda, düşüncede, incelikte eşiği atlamamalı. Ama evde eşiği atlamalı, ona basmamalı. Eşik çünkü evin varlığını bize bildirmek için orada. Konuklara değil hayır, kapıyı çalan, yol, adres soranlara bildirmek için değil, evi bize, bizi eve bildirmek, yüz sürmek için olmasa da ruhumuzu sürmek için oradadır eşik. Ve oralıdır, nerdeyse evden önce oradadır, ev gelip onu bulmuştur, tıpkı bizim gelip evi bulduğumuz gibi. Öyleyse evin uğurudur diye durmalı eşikte. Hürmet etmeli. Bilge Karasu’nun annesinin yaptığı gibi narı eşiğe vurup kırmalı, bereket, iyilik, sakinlik, cömertlik ve dahi kitapların bile yazmadığı nice kutsallıklar da evden içeriye, içeriden dünyaya cennet şarabı gibi akmalı… (E: Evsiz-Eş-Eşya- Eski-Eksik-Ebeveyn-Evli-Evet)

Film: Ama yerli film! Şöyle denir zira: Evler ah, ne dolaplar döner orda ne filmler çevrilir! Eski ince bıyık, baş üstünde iki tel sırma saç, rakı göbeği taşmasın, Yeşilçam’a ayıp olmasın diye, kıçta zor duran krem ya da inadına beyaz pantolona takılmış aynalıkemer. Yok, aynalıkemer olmaz da, bir şey bulamadım buraya, kır da düşse kar da, çaresi kahverengi boyada çapkınfavorili, aynanın yeri geldi işte, her ortamda mutlaka aynalıgözlük, çokfilm yerlifilm bir yönetmen, eh haliyle malumatfüruş, itiraz edecektir buna: Efendim Türk filmlerini de günah keçisine çevirdiniz, Fransız filmlerine bakınız, Aşk-ı Memnu, afedersiniz halt etmiş yanlarında! Yazık, günah, bu kadar da acımasız olmayalım kendimize karşı, bilhassa da salonu kalmamış sinemamıza karşı, kutsal aile yuvalarımıza karşı! Çok rica ederim! Türk evinin ‘Ejnebi’ evine karşı bir nevi savunması da hiç beklemediğin yerden gelir, yıllarca evin gözünü açan eski Yeşilçam’dan! Film icabı değil, hayır. O aile evleri, kutsal aile yuvaları, ocakları da olmasa ne kadar yaşayabilirdi ki Yeşilçam? Çoğu evlik, bazıları evlere şenlik, pek azı da evladiyelik filmler yapmışlarsa, eh bundan da para kazanıp, çalışanların, set işçilerinin de eve ekmek götürmelerine vasıta olmuşlarsa çok yaşasın eski filmler! Şimdi hepsi evlerde televizyonlarda kilo hesabı oynayıp durmada, elbette hala onlara bakıp bir şeyler, güzel zamanlar, güzel insanlar hatırlamaya çalışan eski seyircilerin gözü kulağı niyetine, yüzü suyu hürmetine! Tabii o gelenek farklı bir biçimde Zeki Demirkubuz filmlerinde sürüyor, tam da ev, tuzak, macera, karanlık dörtgeninde. (F:Fal-Fincan-Futbol)
(Haftaya da evdeyiz!)