Türkiye’de milli müsabakaları izlemeyi sevenler için zor yıllardayız: Pist üzerindeki büyük başarılar, doping şüpheleri gölgesinde ancak yarım ağızla kutlanabiliyor. Olimpiyat kafilesinin önünde Türkiye bayrağını taşıyan kişi Rıza Kayaalp olabiliyor. Böyle bir dönemde Cedi Osman’ı, Furkan Korkmaz’ı, Kenan Sipahi’yi ya da 34 yaşında ilk kez Avrupa Şampiyonası seviyesine çıkan Erkan Veyseloğlu’nu içinde bulunduran bir takım, pekâlâ bir sığınak vazifesi görebilir

Evde ama evden uzakta

Cem Pekdoğru - Spor Yazarı

Yıl 2006, Japonya’dayız. O zamanki adıyla FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası’na katılma hakkı kazanamayan ama bir “wildcard” davetiyesinin yardımıyla orada olanlardan biri de Türkiye Milli takımı. 1999 ve 2001’deki Avrupa şampiyonalarında, ülke basketbolunun o güne kadar çıkardığı en yetenekli jenerasyondan ilham alan Türkiye Milli Takımı kadroları basketbol izleyicilerinin ağzına bir parmak bal çalmış, ne ki takip eden beş yılda potansiyelini sahaya yansıtma konusunda en başarısız takımlardan biri olarak kötü bir ün kazanmıştı.1 Şapkadan çıkan bu yolculuktan bir arınma süreci devşirmek ümidiyle, şampiyonanın önemli bölümünde sakatlık nedeniyle kenarda kalacak İbrahim Kutluay dışında, genç ve düzenli olarak limitlerini zorlamaktan keyif alan oyuncular bir araya getirildi.

Japonya’da altıncı olan bu Türkiye Milli Takımı’nın hafızalardaki diriliği, kimileri için Kerem Tunçeri’nin Sırbistan’a attığı turnikenin bile önüne geçiyor olabilir. Taşıdığı iddia bakımından 1979’u sonralayan 86-87 jenerasyonunun da üç oyuncuyla temsil edildiği 2006 kadrosunu bugünlerde sık sık hatırlamamız boşuna değil. Ülkenin sportif takımlarına olan bakışının, toplumu dört bir yerden sarıp nefessiz bırakan ve “kazanalım, ne pahasına olursa kazanalım, olmuyorsa da en azından kazanmış gibi yapalım” şeklinde özetlenebilecek bir politikayı yankıladığı bir alternatif gerçeklik döneminde; 2017 Avrupa Basketbol Şampiyonası’yla hayatımıza giren takımın –şimdiden– yaptıkları az şey değil. Kazanamadan, hatta çoğu zaman kazanacağını hissettirmeden de kitleleri yanına çekebilen bir milli takım.

2006’nın ipuçlarını insiyaki olarak takip ediyormuş gibi görünen, onun bir anlamda manevi kuzeni olan bu oyuncu grubu bunu nasıl becermiş olabilir?

Şampiyona takvimi açıklandığında, salonların dolmasını ve ülkenin bu takım etrafında birleşmesiyle sponsorların da mutlu olmasını umanların hemen dikkatini çeken iki rastlantı vardı. Uzun bayram tatili ve futbol milli takımının kritik Dünya Kupası eleme maçlarının yarattığı toplam etkiyle, İstanbul’daki büyük şampiyonanın öncekilere göre daha sönük geçmesi muhtemel görünüyordu. Ancak bu rastlantılardan ikincisi, başlangıçta göründüğünün aksine, basketbol milli takımı için iyi bir habere dönüştü. Basketbolu futbol üzerinden anlatmaya çalışmanın yol açtığı tüm doğal sevimsizliğe rağmen, bunun değinmeden geçilemeyecek kadar büyük bir etken olduğu aşikâr.

Türkiye’de milli müsabakaları izlemeyi sevenler için zor yıllardayız: Pist üzerindeki büyük başarılar, doping şüpheleri gölgesinde ancak yarım ağızla kutlanabiliyor. Olimpiyat kafilesinin önünde Türkiye bayrağını taşıyan kişi Rıza Kayaalp olabiliyor. Futbol milli takımı ise ülkede yaşanan her şey için kapsayıcı, pratik bir metafora dönüşmüş durumda. Böyle bir dönemde Cedi Osman’ı, Furkan Korkmaz’ı, Kenan Sipahi’yi ya da 34 yaşında ilk kez Avrupa Şampiyonası seviyesine çıkan Erkan Veyseloğlu’nu içinde bulunduran bir takım, pekâlâ bir sığınak vazifesi görebilir. En azından bir yazlığına.

Basketbolu sadece yaz turnuvalarında değil de yıl boyu takip ediyorsanız, Cedi, Furkan ve Kenan’ı alt yaş kategorilerinde yan yana oynadıkları akranlarından ayırıp podyuma diğerlerinden önce çıkmalarını sağlayanın ne olduğunu sezebilirsiniz. Zihinlerini berrak tutup çalışmalarına odaklanma konusunda diğerlerinden daha becerikliler, kendilerini tanıyorlar ve sahada daha çok kalabilmek için en iyi senaryoyu kovalıyorlar. Furkan’ın Banvit’te yaptıkları, Anadolu Efes’ten ayrılmakta biraz geç kaldığını düşündürse de, genel olarak, üç oyuncu da önceliklerini doğru belirlediklerini düşündürüyorlar; yarın kazanacakları için, bugün fazladan birkaç yüz bin dolardan ve birkaç havalı Instagram paylaşımından feragat edebilen oyuncular bunlar. Bu yüzden, Japonya kadrosundan bize el sallayan Cenk Akyol ve Hakan Demirel’in hayaletleri eskisi kadar ürkütücü görünmüyor.
Ürkmemiz gereken şeylerden biri, futbol milli takımını şeytanlaştırma işine fazla kapılıp da ülkedeki basketbolcuların üzerine ait olmadıkları sıfatları boca edenler. Belki Türkiye henüz bir gazeteciye fiziksel saldırıda bulunduktan üç ay sonra milli takım kaptanlığına geri dönen bir basketbolcuyla tanışmamış olabilir. Ancak Türkiye’deki basketbol ortamını resmederken gündüz düşlerine kapılmanın, şiddetin, zenofobinin (#TB2Ldeikiyabancıyahayır) veya herhangi bir ayrımcılığın yakınından geçmeyecek mutlu insanlarla dolu bir fantezi evreni resmetmenin, bu milli takım daha 7 yaz önce televizyon ekranlarında kendi prim pespayeliğini sergilememiş gibi davranmanın da âlemi yok.


Bir yandan da bu takımı sevmeye devam edebilir, yeni tanıştığımız bu karakterlerin ortak yolculuğundan keyif almaya bakabiliriz. Örneğin Türkiye basketbolunun ikinci klasmana düştüğü doksanlarda, yalnızca dört yıl içinde Drazen Petroviç ve Toni Kukoç gibi iki oyuncu yetiştirebilen ülkelere bakıp öykünen biri, Cedi ve Furkan’a sarılmak için bir an bile beklememeli. Henüz maç sonlarını kararlı oynayamayan ama kazanma genini yakın zamanda aktive edeceğini hissettiren bu takım bu akşamı İspanya karşısında izlemek de hiç kötü bir fikir değil. Bir sporcunun hakiki bir toplumsal kahramana dönüşmesinin, özellikle de bu ülkede, uzun ve meşakkatli bir yol gerektirdiğini unutmadan ve bir gün bu coğrafyada, belki bir parke sahada, bu sporculardan biriyle karşılaşmanın ümidiyle.

1 Socrates Dergi’nin Eylül 2015 sayısında, bu kötü üne giden yolun bir karakutusu olma işlevi görebilecek çok sayıda tanıklık içeren bir dosya hazırlandı.