Evde dışardakinden daha fazla hayat varmış gerçekten!

BANU BÜLBÜL

İş için ayrılan mekanların yok olması, ihtiyaç gideren diğer dış mekanların tamamının bilgisayar gibi son derece zihin yorucu alanlar kanalıyla evin içine girmesi, eve birden çok rolü ve hayatı tıkıştırdı. Odadan odaya, bir ekrandan diğerine, başka rollere hızlı hızlı geçerken, yol boyu yaptığımız içsel hazırlıklardan mahrum hale geldik. Zihnimizde açılı sekmeler birbiri ardına artarken aralarındaki geçişlerimiz de sürekli hız kazanıyor.

Çalışanların eski hayali “evden çalışma” yaygın biçimde gerçekleştikçe (özellikle kadınlar için) bir kabusa dönüşürken, bir zamanlar evden çalışma konusunda “olur mu öyle şey” diyen işverenler, bu yeni çalışma biçiminin bir çok masraftan kurtulma ve daha çok iş anlamına geldiğini fark etmiş görünüyor. “Hep isterdim hiç düşündüğüm gibi değilmiş” diyen evden çalışanların mırıldanmaları giderek yoğunlaşıyor.

Evde birbirinden ayrı beceriler, birbirinden ayrı ruh halleri gerektiren roller arasında sürekli geçiş yapmak ve bunun için güç sarf etmek son derece yorucu. Bir toplantının ortasındayken çocuğunuzun odanızın altından attığı notta “yapıştıcı nerede?” kadar acil olmayan bir şeyin de “kapıda bir yabancı var” bilgisinin de yazabileceği gerçeğini düşünerek kaygının tüm tonlarını ansızın yaşamak ve bir taraftan da o toplantıdaki sorumluluklarınızı yerine getirmeye çalışmak, bir öğretmenseniz online ders verirken evdeki çocuğunuzun sesinin gelmemesi için özel önlemler almak, bir psikologsanız tam siz online seanstayken çalan ev kapısı ile irkilmek (malum “dışarıdan gelen”in daha da tehlikeli algılandığı günlerdeyiz). Çocuklar evde, biz bir odada, odanın dışına çıkamadığımız bir iş yapıyoruz. Toplantı, seans, ders, müşteri görüşmesi her neyse bittiğinde kapıdan çıktığınız anda tuvaletten seslenen bir çocuk, hızlı hızlı yemek ısıtma işleri, her biri için sınırlı zaman, sonra tekrar iş yerinizin yani ekranın karşısına geçmek...

Tüm gün işler, çocuklar, evin ihtiyaçları arasında parçalana parçalana geçirdikten sonra eğlenmek faslı geldiğinde “sen de hep yorgunsun” “ooo gitti yine” “bak yine gerdin ortalığı” diye eleştirilmek var bir de... “Gittin yine” denen kadının biraz durup kendine bakabilecek hali olsa “O kadar gidemiyorum ki aslında” diyecektir. Çalışan ve çocuklu kadınlar, dışta sürekli karşılaması gereken ihtiyaçlarla ve içte suçluluk duygularıyla sarılıp örülmüş durumda... İş, çocuk ya da çocuklar tarafından dürtüle dürtüle, kendi kendine olabilme zamanları alabildiğine daralırken yorgunluk artıyor. Hani tüm gün çalıştıktan sonra ne kadar yorulduğunu şöyle bir ayaklarını uzatınca anlar ya insan öyle bir zaman yoksa yorgunluk da yoktur bir bakıma... Yorgun olduğunu anlamak bile zor kimi zaman...

Nefes alabildiği alanlar koronanın işgali altındayken bir yandan da ihtiyacı görüp de yapmaya yetişemediği işlerin yarattığı suçluluklarla cebelleşiyor kadınlar. Eskiden işteyken “göz görmeyip gönlün katlandığı” her şey şimdi nasıl da göze batıyor. Meyve orada, çocuk burada bugün de soyup veremedim... “Anneeee”-“Şimdi oturmuştum oysa”, “Spor yapacaktım ben”, “Öğle arasında çorbayı karıştırırım.” “Evdeyiz nasıl olsa o toplantıyı akşam 7’de yapalım” “Hiç bana zaman ayırmıyorsun” Bu cümleler tanıdık mı?

Kendinden parçaları ortalığa saça saça evden çalışan kadınlar, dağınık olan ev değil, biziz. Ve onca suçluluk içinde biraz da kendimizi takdir edebiliriz. Onca rol arasında bunca bölünmek, bu kadar ihtiyaca aynı anda adapte olabilmek, günün menüsünü belirleyip hangi zamanda onun nasıl hazırlanacağını tasarlayıp temizlik günlerini belirlemek, çocukların sıkılmaması için etkinlikler üretip kendi için onca telaş doluyken huzurlu bir uyku için onların ruhunu hazırlamak, sevgiliyi de ihmal etmemek kolay iş değil çünkü... Yaptıklarımıza şöyle bir bakıp “Vay canına!” diyebilir sonra bir “olmasa da olur” listesi çıkarabiliriz.

Anneler günü yaklaşıyor. Sistem genişlediğinde “bireysin istediğini yapabilirsin” dediği insanlara (bunu kadınlara daha az diyor kuşkusuz ama yine de ihtiyaca göre dediği oluyor) her tıkanıklıkta “kutsal aile” “muhteşem anne” söylemleriyle yaklaşıyor ve bu defa da “Haydi aile olun!” diye iteliyor. Kapitalizm, kadınların kendisinin artı-değer üretmesini ve artı-değeri üreten insanı da yeniden üretmesini bekliyor ve üstlendiği kamusal desteklerden de hızla el çekiyor. Bunca yük omuzlarımızda, akıl ruh sağlığımızı korumaya çalışırken ilan etmemiz gereken ilk gerçeklik şu olsa gerek “bunların hepsi bizim işimiz olamaz”... Eve sığamayan hayatlarımız ve 24 saatte yetiştiremediğimiz işlerimiz var. O işler ki yaptıkça sonsuzluk boşluğunda uzaklaşıyorlar sanki, çoğu görünmez, silik... Yaptıkça “eksik” yaptıkça “yetersiz”... O kadar çalışmanın ardından yine de iç huzurdan, kendimizi beğenmekten, kendimizi takdir etmekten uzaklaşıyorsak, onca yapılanın ardından yine de yapılamayana yapamadığımıza odaklıysak yeniden düşünmek lazım evdeki bunca “hayat” üzerine... Yeniden düşünmek lazım biricik yaşamımız üzerine... Anneler gününde alınan ütüler, tabaklar, takılar, o gün edilen hamasi laflar bir yana, kutsal ve ölü payeler değil, canlı, hakiki ve devrimci çözümler istiyoruz. Bunca “hayatı” örüyorsak her gün yeniden ilmek ilmek elbet o çözümleri de yaratacak gücümüz var yeter ki bir nefeslik alanı açabilelim kendimize, birbirimize...