Evliliğin 30 yaştan sonrasına bırakılmamasına dair bir kitlesel arzu da var. Çünkü toplum sahte de olsa değerlerini ve kalıplarını sarsanı değil doğrulayanı arzular. Kısacası siz evlilikten hiç haz etmediğiniz için diken üstünde olan bir kitle var ve bu şaka değil.

Evde kalmanın psikolojisine giriş-101

NESLİ ZAĞLI

Türkiye’de yaşıyorsanız her seferinde şok edici olmasa da tedirgin edici ve sizi de bizzat ilgilendiren tatsız bir gündeme uyanmanız çok olası. Çünkü yıllardır özel hayatlarımızı, kişisel sınırlarımızı, inançlarımızı ve değerlerimizi hedef alan yüzlerce müdahaleye maruz kaldık. Son olarak Cumhurbaşkanı’nın 30 yaş üstü bekârların vergi vermesi ile ilgili kaygılı ve baskıcı çıkışı eminim birilerini huzursuz etmiştir. Belki de sadece huzursuz etmek için yapılan bu çıkışlar bazen bireyler düzeyinde amacına ulaşıyor. Vergi vermek işin ironik yanı ancak bu söylemin arkasında aslında derin bir toplumsal baskı var. Eminim ki evliliğin 30 yaştan sonrasına bırakılmamasına dair yoğun bir kitlesel arzu da var. Çünkü toplum sahte de olsa değerlerini ve kalıplarını sarsanı değil doğrulayanı arzular. Kısacası siz evlilikten hiç haz etmediğiniz için diken üstünde olan bir kitle var ve bu şaka değil. Evlilik ve aile kurumunun yüceleştirilmesi sosyolojik ve psikopolitik bir durum ve bu yazının kapsamı dışında. Ben daha çok neden bu baskılara rağmen 'evde kalmakta' ısrar ediyoruz onu psikolojik yönleriyle anlatmaya çalışacağım.

Evlilik yaşı ile ilgili elbette ki toplum içinde farklılıklar var. Daha az eğitimli kesim için aslında evlilik yaşı daha belirgin. Örneğin kişi ortaokul veya lise düzeyinde bir eğitim alıyor. Bazı kişiler bu eğitimleri bile açık veya örgün eğitim olarak alırken çalışma hayatına atılmak zorunda kalıyor. Eli ekmek tutan ve 18 yaşını geçmiş herkes artık her an evlendirilebilir olarak bakılıyor. Kadınlar için bu 18 yaş beklentisinin bile olmaması ise toplumsal bir yara. Ancak sonuçta evleniyorlar ve herkesin iç içe geçtiği geniş aile sisteminde her türlü aile içi baskı, şiddet, taciz ve ekonomik zorluklarla erkenden tanışıyorlar. Bu insanların “Herkes evlenmek zorunda mı?” ya da “Yalnız ve bağımsız bir birey ya da aile olarak ayrı bir hayat sürmem mümkün mü?” gibi soruları sormasına pek olanak yok. Ya zaten bunu sorgulama imkanları olmuyor ya ellerinden alınmış oluyor ya da bir kısmına hayatları adına hiçbir sorumluluk almadan hazır sunulmuş bir sistemin içinde (tüm olası çarpıklıklara rağmen) yaşamak daha kolay geliyor. Bu sorgulanmadan benimsenmiş ve topak topak olmuş evlilik anlayışı ise travmalarına rağmen hüküm sürüyor.

Yükseköğrenim görmüş ve toplumca itibar gören meslek sahibi olmuş kişiler içinse durum daha farklı. Bu kitlede 'eline ekmeğini alma' yaşı 20’li yaşların ortasına yaklaşıyor. Bu kişiler biraz meslekle ilgili süreçleri oturtayım, sosyoekonomik anlamda güvenli bir zeminde hissedeyim dese yaş oluyor 30. İşte o yüzden bu 30 yaş kritik bir alarm olarak sunuldu; evlen artık! Eminim ki evlilik niyeti olmadığını endişeli ailesine ve çevresine sıklıkla beyan eden kişilerin arasından da tedirgin olup kendine dönenler olmuştur. En azından “Sahi ben niye evlenmek istemiyorum?” diye sorgulayanlar. Ben haddimi aşarak cevabımı vereyim: Evlenmek istemiyorsunuz çünkü aldığınız eğitimler, mesleki süreçler, sosyal ilişkiler sonucunda içinde yaşadığınız toplumun sahte değerlerini sorguluyorsunuz. Evliliği yüceltirken bir yandan da erkek tarafındaki evlilik dışı ilişkileri pohpohlayan kapalı sistemin farkındasınız. Evlenmek istemiyorsunuz çünkü daha önce yaşadığınız ilişkilerde 'bir ömür boyu' sürmesi vaat edilen mutluluğun ne kadar kaygan bir şey olduğunu gördünüz. Evlenmiyorsunuz çünkü büyüdüğünüz evin içinde krizler, aldatmalar, türlü tehlikeli oyunlar, tacizler, istismarlar ve belki de fiziksel veya cinsel şiddet yaşadınız. Belki de evlenmiyorsunuz çünkü bu ülkede sadece heteroseksüel evliliklere izin veriliyor. Bu nedenlerle evliliğe inanmıyorsunuz. Kim buna muhalefet edebilir ki? Kimse etmemeli…

İşin aslı kimse evlenmek zorunda değil. Evliliğin ruhsal konfor sağlayan yanları kadar örseleyici yanları var. Bir evliliğin iyi bir evlilik olması denk gelişlere bağlı: Çiftin aileden getirdiği psikodinamiklerin, yaşam öykülerinin, değerlerinin, ruhsal ve yaşamsal süreçlerinin. Psikanalitik anlamda çiftlerden her biri ilişkide kendi ebeveynleriyle yaşadığı çatışmaları yineler. Kendi ailesinde gördüğü güç, rekabet, karşılıklılık unsurlarından oluşan örüntüleri bekler ve hazırlar. Her evlilikte çiftin birbiriyle ilişkisi olduğu kadar tüm ebeveynlerle de ilişkisi vardır. Dolayısıyla evlilik zor bir denklemdir. Türkiye’de çiftler geniş aileden ayrı evlerde yaşasa da ebeveynler hep evin başköşesindedir. 30 yaşını aşmış ve evlenmeyen bu mimli kesimin bu dinamiklerden de çok korktuğunu klinik deneyimimden biliyorum. Daha bireyselleşmiş kişiler için de bu korkuların yerini varoluşsal sorgulamalar alıyor. Rahmetli İskender Savaşır hocamız ergenlik 30’dan sonra biter derdi. Evlilik korkusu işte bu yüzden biraz da yetişkinlikten korkmaktadır. Bu kişiler de kendilerince haklıdır, yetişkin hayatı akıllı işi değil.

Bana ideal evlilik yaşı nedir diye sorsanız telaffuz istemem çünkü bu konuda bireysel farklılıklar büyük rol oynar. Bu konuyla ilgili yapılan geniş alan araştırmaları ise 28-32 yaş arasında yapılan evliliklerin daha düşük bir boşanma oranıyla sonuçlandığını göstermiş. Bu yaşlar mantık açısından tuhaf değil. Bu bahsettiğimiz kritik 30 yaş ekseninde dönüyor. Ancak çok genç yaşlarda başlayan ilişkilerin de 'sonsuza kadar mutlu' sürdüğüne de denk gelebiliriz, 30’lu yaşların ortasında ben bilirim, ben seçtim, hata yapmam, kül yutmam deyip 6 ayda boşananı da. Önceden de dediğim gibi evlilik çok faktörlü ve badireli bir denklem. Ama sonsuza kadar mutlu yaşamak yerine anlayarak, paylaşarak, özenerek, destek alıp vererek yaşamak gibi bir beklentiyle başlamak daha makul. Çünkü evlilik tam da bu: Kendi varoluşsal sarmalını kıymetli ötekiyle senkronize etmek. Senkronizasyon bozulduğunda akort etmek, sonra tekrar bozulduğunda sabırla beklemek, sonra tekrar masaya yatırıp muayene etmek, sonra…

Bu evlilik yaşı denilen 'Demokles’in kılıcının' bir de çocuk yönü var. Umarım siz de “Ben bir aşk meyvesiyim” diyebilenlerdensinizdir ama çoğunluk anne babaların birbiriyle olumlu hiçbir temasının olmadığı evlerde büyüyor. Ama yine de çocuk sahibi olarak kendi ebeveynliklerini taçlandırmak istiyorlar. Otuzlarını geçmiş kadınların ciddi anlamda bir doğurganlık korkusu başlayabiliyor. Sanki evlenememek değil de anne olamama ihtimali daha çok kaygılandırıyor onları. Oysa herkes evlenmek zorunda olmadığı gibi çocuk sahibi olmak zorunda da değil. Bence ilk önce evliliği veya çocuğu gerçekten kendi içsel sürecimizde arzulayıp arzulamadığımızdan emin olmalıyız. Toplum da devlet de bizim yatak odalarımıza karışamaz. Kendi ilişkisel ihtiyaçlarımıza karşı daha duyarlı olmalıyız. Bizi vergi korkusu, kınanma veya acınma korkusu değil ruhsal ve bedensel ihtiyaçlarımız güdülemeli. Kaliteli, doyumlu evlilikler sadece fiziksel, ekonomik ihtiyaçların değil kişisel öykümüzün her yanına işlemiş ruhsal ihtiyaçlarımızın da karşılandığı evliliklerdir. Evliliği düşünmemeniz bu ihtiyaçlarınızın olmadığını göstermez. Bu ihtiyaçlarınızı farklı yaklaşımlarla karşıladığınızı gösterir ya da karşılayamadığınız halde bunu umursamayacak bir ruhsal düzenek kurduğunuzu. Evlilik bir yanıyla huzuru çağrıştırsa da bir yanıyla köhne, alengirli bir iş. Oysa işin özündeki yoldaşlık başka. Birlikte direnmek, dinlenmek ve avunmak… Bunları yakaladığınız bir kişi veya şey varsa evde kalmaya devam edin… Mutluluk kapınızı çalar.

cukurda-defineci-avi-540867-1.