Yengem kafamdan geçen soruları anlamışçasına kulağıma eğilip “Alzheimer,” dedi; “Baban alzheimer hastası.” Tedavisi olmayan bu hastalığa üzülsem mi, babamla yeniden tanışma fırsatı bulduğuma sevinsem mi bilemedim

Eve dönüş

YEŞİM COŞKUN

Bir gün, bugünün geleceğini biliyordum. Kafamda milyonlarca kez tasarlayıp durmuştum eve döneceğim günü. En çok da nedeninin ne olacağını merak ediyordum. Beni, bir gece yarısı abimin bıçaklarla kovaladığı bu eve tekrar adım atmaya ne ikna edebilecekti ki? Abimden gelecek bir özür mü? Annemden gelen özlem dolu bir mektup mu? Babamdan uzatılan bir zeytin dalı mı? Yoksa artık bütün ailemin beni olduğum gibi sevdiği haberi mi? Bu sonuncusu en imkânsız olandı. Annem beni her koşulda severdi ama abim ve babam, beni özgür bir kadın olarak kabul edeceklerdi öyle mi? İşte o zaman şu parktaki herkese tek tek, artık asla sarsılmayacak bir güven duygusuyla sarılabilirdim.

Eve dönerken, çocukluğum, ilk gençliğim boyunca, kafamı her toparlamak istediğimde yürüdüğüm parktan geçmek istemiş, yolumu bilerek isteyerek uzatmıştım. Niyetim kendimi ailemle karşılaştığımda yaşayabileceğim her şeye hazırlamaktı. “Senin burada ne işin var? Geldiğin yere geri dön,” diyebilirlerdi, bu en kuvvetli seçenekti. Varlığımı görmezden gelip bir günlüğüne bana katlanmayı deneyebilirlerdi, bu da bir ihtimaldi. Ya da özlem ağır basabilirdi, beni hiç olmazsa bugünlük sevmeye ikna edebilirlerdi kendilerini, zayıf da olsa iyi bir seçenekti. Karşıma çıkacak seçenek her ne olursa olsun orada kalmaya, sakin ve kendinden emin bir şekilde günü tamamlamaya karar verdim. Beni büyüdüğüm evden, odamdan, kendi hayatımdan kovmuşlardı ama annemin cenazesinden kovabilmeleri için bıçak çekmeleri yeterli olmayacaktı.

Parkta, sıralı dizilmiş ağaçların sükûnetine bakarak yürüdüm. Aklıma Peyami Safa’nın “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”ndaki o çok sevdiğim cümlesi geldi. “Ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürüdüm." Bu duyguyu yaşıyordum işte ben de; ağaçların sıhhatine, sağlamlığına, özgürlüğüne imreniyordum. Yaprak döküyorlardı şimdi, doğru ya aylardan eylüldü, eve dönüş mevsimi. Bir ay değil, koskoca bir mevsimdi eylül. Benim için hep öyle olmuştur.

Kendime artık güçlü, bağımsız bir kadın olduğumu, kimseye muhtaç olmadığımı, yaşadığım yerde mutlu bir hayatım, iyi dostlarım ve şefkat dolu bir sevgilim olduğunu hatırlatarak, bütün bu sahip olduklarımın beni kendi ailemden koruyacağını varsayarak eve doğru yürüdüm. Dimdiktim. Büyüdüğüm sokağa geldiğimde, o kadar da güçlü olmadığımı gözyaşları içinde anladım. O sokakta kırılgan bir kız çocuğu bırakmıştım. O hiç büyümemişti ki. Benimle Berlin’e gelmemişti, yetişmemişti, özgürleşmemişti. Şimdi yine aynı sokakta, abisinden gizli tiyatro kursuna yazılan, hem ürkek hem cesur aynı Zeynep’tim.

Sokağın köşesinde gizlice, büyüdüğüm evin kapısında olup bitenleri izlerken, kendimi parkta düşündüğüm şeyleri yeniden hatırlamaya zorluyor, cesarete bir ikna yolu arıyordum. Derken annemin cenaze arabasını gördüm. Usul usul girdi sokağa. Çocukken odamıza üstümüzü örtmek için usul adımlarla girip yavaşça uzaklaşması gibi. Aynı özenle, aynı sessizlikte... Annem geldi. Artık cesarete ihtiyacım yoktu. İçimden annemsiz yaşanmış bütün yılların öfkesi taşarcasına, canhıraş çığlıklarla kendimi cenaze arabasının önüne attım. “Anneciğim seni çok özledim, anneciğim çook.”

Bayılmışım. Abimin karısı, insanın sadece cenazelerde görebileceği o koşulsuz bağışlama duygusuyla beni kucaklayıp eve, bir zamanlar benim odam olan ama şimdi kullanılmayan eşyaları saklama görevi gören, o ruhsuz, kasvetli, naftalin kokulu odaya getirdi. “Artık ben de kullanılmayan bir eşyayım,” diyerek yeniden ağlamaya başladım. Yengem şefkatle gözlerimi sildi. “Zeynep kalk, bak orada kim var,” diyerek göz ucuyla kapı eşiğini işaret etti. Babam. Sorgusuz sualsiz bana bakıyordu. Kalkıp boynuna sarıldım. Ağlıyordum, ağlıyordum.

Babam beni usulca geri itip “Sen kimsin?” diye sordu, “Adın ne senin?” Bu kadar mı hiç olmuştum? Beni tanımamazlıktan mı geliyordu? Kızmayacak, öfkelenmeyecek kadar mı bitirmişti beni?

Yengem kafamdan geçen soruları anlamışçasına kulağıma eğilip “Alzheimer,” dedi; “Baban alzheimer hastası.” Tedavisi olmayan bu hastalığa üzülsem mi, babamla yeniden tanışma fırsatı bulduğuma sevinsem mi bilemedim. “Adım Zeynep,” dedim; “Zeynep. Sen koydun ya adımı.” Babamın gözlerinde belli belirsiz bir ışık yandı, küçük bir tebessüm geçti dudaklarının kıvrımlarından. Emindim, tanımıştı beni. Ama tanımamış gibi yaparak başını çevirdi. Sohbet etmeye devam etti bir yandan. Kaç yaşında olduğumu, çalışıp çalışmadığımı sordu. Evli miydim, bekâr mı? Yalnız mı yaşıyordum, bir arkadaşla mı? Babamın iki seçeneği vardı; ya beni tanıdığını belli edecek ve evini terk edip giden kız çocuğunu affetmeyen güya onurlu baba rolünü takınacaktı, ya da tanımamazlıktan gelerek, affetmediği ama özlediği bu kız çocuğunun en azından hâlini hatırını soracaktı. İkincisini tercih etmişti babam. Bu, o evde bıraktığım kırılgan kız çocuğu için kırılganlık eşiğinden atlamak demekti. Babam benim Berlin’de yalnız yaşadığımı, tiyatroyla uğraştığımı, onların istediği gibi örtünmediğimi, kendi çevresindeki tüm kadınlardan farklı bir hayat sürdürdüğümü biliyor; buna rağmen beni bütünüyle reddedemiyor, ne yapıp ne ettiğimi merak ediyordu.

Babamla gün boyu sohbet ettim, ellerini öptüm, gözlerini öptüm. Abim benimle aynı odada bulunmadı hiç. Önemli değildi. Bu kadarı kendimin, kendi çocukluğumun elinden tutup, artık sarsılmaz bir güven duygusuyla aynı parktan yürüyerek geldiğim yere dönmeme yetecekti.