Uzun süre işsiz kalan insanlar rutinin sarıp sarmalayıcı, dengeleyici etkisini hemencecik anlayabiliyorlar

Eve gelmek gibi; Tanıdık bildik rutinimiz

ALEV KARADUMAN / karadumanalev@gmail.com

“Neden ölmemeli öyleyse? Yaşamak mutlu bir devinimse?”

Edip Cansever, 'Ben Ruhi Bey Nasılım' boyunca bu soruya cevap bulmaya çalışıyor. Ha bulabiliyor mu? Bence hayır. Ama yolda başka başka, değişik türlü bir sürü farklı meselle karşılaşıyor, onlarla uğraşıp didiniyor. Dikkati dağılıyor, kayboluyor.

Neden ölmemeli sorusunun cevabını bulmak çok zor. Felaketlerin birbirini ardına yaşandığı, güzel haberlere binlerce ışık yılı uzaktaymışız gibi hissettiren günlerden geçiyoruz. Özellikle son zamanlarda, gerek Türkiye’de gerek global düzlemde sürekli dile getirilen bir “felaketler çağı”nda olduğumuz söyleniyor. Belki de öyleyizdir ama benim anlamadığım ne zamandan beri düzlükteydik ki? Kişinin felaketi nedir, toplumun felaketi nedir? Ve bu felaketten nasıl kaçınılır? Bu felakete nasıl alışılır, ona rağmen nasıl devam edilir?

Tüm bu soruları sorduğumda karşıma sadece bir cevap çıkıyor; rutin. O yüzden bu haftanın en iyisi, necosu, arayıp da bulamadığı, bulduğunda bırakamadığı, hepimizin devam ederken bir yandan lanetler okurken bir yandan da onlarsız yapamayacağımız rutinlerimiz.

Toplumun felaketi neyse kişinin ki nedir demiştik. Tam olarak aynısı, ölüm. Çok sevdiği bir yakınını kaybedenlerin hayatta karşılarına çıkan en büyük zorluk, birkaç haftadan sonra işe ve hayata karışmak gerektiğinde içlerindeki rahatsızlık ve hatta yer yer suçluluk. Onu kaybetmiş olmanın, ama ona rağmen devam ediyor olmanın, o sanki hiç olmamış gibi normalin kendi halinde ilerleyişi… Bunlar ağır gelir insana. İşe gidip gelmek; o hiç olmamış gibi, o hiç ölmemiş gibi…

Aradan zaman geçer, birinci yıl olur, ikinci yıl olur; her seferinde nasıl da onun için hiçbir şey yapmadan geçirdiğiniz zamanları düşünüp kendinizi suçlarsınız bu sefer de. Onu yeterince düşünmediğiniz, anmadığınız, bazen unuttuğunuz için yargılarsınız kendinizi. Peki bir yıl önce onları kaybettiğiniz zaman nefenizin kesileceğini hissettiğiniz anla, şu anki suçluluk duygularınız arasında ne var: Rutin.

Alışmak kavramının aksine rutinin daha bir masum, daha nedensel bir varoluşu var. Rutin maruz kaldığınız, alışmak ise dönüştüğünüz durummuş gibi. Rutin onsuz yapamadığımız, alışmak ona direndiğimiz.

Uzun süre işsiz kalan insanlar rutinin sarıp sarmalayıcı, dengeleyici etkisini hemencecik anlayabiliyorlar; iş bulduklarındaki minnettarlıklarında maddi sebepler kadar bir o kadar bu etkili. Çünkü günlerin haftaların ayların bir boşluğa gömülmesi, sabahların akşamların nedensizleşmesi gibi dev bir buhranla baş etmek zorunda kalmışlardı işsizliklerinde. Esasen nedensizlik her tarafımızı, etrafımızda olup biten her şeyi çevrelemiş durumda; rutinin bize kazandırdığı ise nedensizliği sarıp sarmalayacak, düştüğünde kırılıp ezilmesini önleyecek bir örtü sadece. Ama gerekli bir örtü. Yemek yerken, giyinip soyunurken, işe giderken hissettiğimiz “kendimiz için bir şey yapmak” tabii ki bir yanılsama; gerçek olan, bir şey yapmamız gerektiği için yapıyor oluşumuz, rutinin eli sopasız şefkatli bir cellat gibi her Allah’ın günü bize bunu yaptırabiliyor oluşu!

Ömür bir mecburiyet; rutin, bu mecburiyeti bölüp parçalayarak bize sunan, hafifçe atlatmamızı sağlayan küçük görevler. Her sabah işe giden adamın hayata laneti de şükrü de, bu mecburiyet ve onu hafifçe atlatma çabamızın bize hissettirdikleri. Rutin neredeyse bir mucize; 20’lerindeki genç nasıl bu güne kadar şunları bunları yaşadım, hayat çok yoğun ve doluydu demiyorsa 80’lerindeki yaşlı da bunu demiyor. Rutinin sarhoşluk verici etkisi, sabah uyandırıyor gece uyutuyor, kahkaha attırıp göz yaşı döktürüyor, mecburi hizmet şafak şafak azalıp tükeniyor.

“Neden ölmemeli öyleyse, yaşamak mutlu bir devinimse?” sorusu, rutinin kılığında ete kemiğe bürünüyor; tatmin olmadığımız sebeplerle, tatmin olmadığımız ve olamayacağımız bir hayatı bile isteye, gönüllü olarak yaşamaya davet ediyor. İklimin bir rutini var; vücudumuzun bir rutini var; sevdiklerimizin cenazesini kaldırdıktan sonra bir bakıyoruz açlıktan karnımız kazınıyor. Tanıdık bir his; bize yemek yememiz gerektiğini söylüyor, sonrasında olaylar gelişiyor.

Eve gelmek gibi bir şey rutin; tanıdık ve güvende hissettiren. Jack Nicholson, billinen filmlerinden biri “As good as it gets” de, takıntıları ve bitmek tükenmek bilmeyen rutinler seramonisi ile hayatını sürdüren opsesif bir karakteri canlandırıyordu. Ancak bir gün komşusunun hastalanması ve onun köpeğine bakmak zorunda oluşu ile kırılan rutini ile hayatı da darmadağan oluyordu; aşk arkadaşlık merhamet tekrardan hayatına giriyordu. Burada ters bir okuma yaparsak; demek ki bizler de darmadağın olan hayatlarımızı tekrardan birbirine yapıştırıp tutturmak için rutini kullanabiliriz. İnsan beyni her Allah’ın günü yaşamak ve direnmek için başka bahaneler yaratacak kadar yaratıcı olmadığına göre; belki de rutinin sıcak kollarına ve dayatıcı ruhuna sığınarak yapabiliriz bunu.

“Neden yaşamalı öyleyse?” Belki de rutin yüzünden; ya da rutinin sayesinde.