Hepimiz insan kalabalığının bir parçasıyız. Ama Kabil ya da Habil olmak bizim tercihimiz. Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.

Evimiz neresi?

Ben Kapadokyalıyım. Anadolu’nun ortasında bir yerdir Kapadokya. Avanos isimli küçük bir kasabada (Eski adı Evenez ya da Venessa’dır) eski bir taş evde doğmuşum. Altı yaşımdayken eski Avanos evleri su ve nem yüzünden oturulamaz hale gelince bu mahalleler afet bölgesi ilan edilmiş ve birçok aile gibi biz de Ötegeçe’ye, Avanos’un yeni kurulan evlerine göç etmişiz. İlk göçümü demek ki çocuk yaşlarımda yaşamışım.

Babamla vefat etmeden önceki konuşmalarımızda ailemizin köklerini sorduğumda annesinin yani ebemin kasabamıza yakın Cemel isimli bir köyden gelin geldiğini, dedelerinin devecilik yaptığını, köyün adının da burdan geldiğini söylemişti. Belli ki köklerimiz Türkmenistan, Suriye ya da Irak gibi bölgelere dayanıyordu. Uzak atalarım oralardan göçüp gelmişlerdi. Elbette yaşamak ve ayakta kalabilmek için. Ya bir kuraklık, ya bir salgın hastalık ya da Moğol istilası büyük büyük dedelerimi Avanos’a kadar getirmişti. Göç etmek bizde bir aile geleneği miydi? Gerçek evimiz neresiydi acaba? Ya da "gerçek ev" diye bir mekân var mıydı?

Çok uzun yıllar sonra nakliyecilik yapan abim kamyonuyla Irak Türkmen bölgesine yük taşıdığı günlerin birinde yolda yürüyen bir adamın arkasından koşup "baba!" diye bağırarak durdurduğunu anlatmıştı. Adam adeta ikizi gibi babama benziyormuş. Abim ihtimal çok eski akrabalarımızdan birisiyle karşılaşmıştı.

Annem dağa, taşa, toprağa, bahçedeki domatese, akan suya, benim ders notlarıma bile dualar okuyan inançlı bir insandı. Ama çocukluğumuzun en keyifli ve unutamadığım günlerinden birisi yılın belli haftasında annemin renkli yumurtalar kaynatmasıydı. Yıllar sonra öğrendim ki bunlar paskalya yumurtalarıymış ve ihtimal Müslüman olmayan komşularımızdan bize kalan bir kültür ve lezzetmiş.

Evet, o topraklardan 1922-23 yıllarında bir gecede komşularımızı "artık burası sizin yurdunuz değil" diyerek bir başka ülkenin topraklarına göç etmek zorunda bırakmıştık. “Bizi nereye gönderiyorsunuz, bizim evimiz burada” diye ağlayan komşularımızı…

Benzer bir uygulama da gittikleri ülkenin topraklarında yüzlerce yıldır sakin ve mutlu bir biçimde yaşayan Müslüman bir topluluğa dayatılmıştı. Onlar da göç ederek eski komşularımızın boşalttıkları evlere yerleşmişlerdi. Adına "mübadele" denen bu tuhaf değiş tokuştan bizlere çocukluğumuzun renkli paskalya yumurtaları kaldı. Unutulmaz dostluklarını bırakarak göçe zorlanan komşularımızsa gittikleri ülkenin yeni göçmenleri olarak yaşamlarını sürdürmeye çalıştılar. Geldikleri köy ve kasabaların ismini verdikleri yeni köyler, kasabalar kurdular ve adına rebetiko denilen dünyanın en güzel ve hüzünlü müziğini yaratarak çalıp söylediler.

60’lı yılların sonunda Türkiye’den Almanya ve başka Avrupa ülkelerine işçi göçü başladı. Tarımda makinalaşma sonucunda Anadolu toprakları kendi insanlarını doyuramaz olmuş, yoksul ve işsiz insanlar ya İstanbul’daki fabrikalarda ucuz işçi olmak ya da Almanya’ya misafir işçi olarak gitmek için göçmek zorunda kalıyorlardı.

Akrabalarımın çoğu Almanya, Hollanda ve Fransa’da uzun yıllar işçi olarak çalıştılar. Dönenlerin çoğu yorgun, hasta ve mutsuzdu.

Çocukluğumun en önemli işlerinden birisi de Almanya’ya işçi olarak giden akrabalarımın buradaki okuma yazma bilmeyen yakınlarına gönderdikleri mektupları okumak ve onların cevabını yazmaktı. İki yılda bir ancak on beş gün kadar Türkiye’ye dönebilen ve yanlarında getirdikleri naylon gömlek, çukulata ve filtreli sigaralardan kim oldukları anlaşılan "Alamancı" işçilerden geriye kederli eşlerinin onlar için yaktığı türküler kalmıştı:

"Almanya acı vatan, adama hiç gülmeyi, nedendir bilemedim, bazıları gelmeyi,

Üçü kız iki oğlan kime bırakıp gittin, böyle güzel yuvayı ateşe yakıp gittin…"

Ama, Türkiye’ye dönmeyen üçüncü ya da dördüncü kuşak gençlerin Almanya’nın kültürel hayatında aldıkları yer ise adeta bir mucizeydi. Bugün edebiyat, müzik ve sinemada birçok Türk asıllı sanatçının ismini gördüğümde bu hikâyeler ve türküler geliyor aklıma.

Büyüdüm İzmir’e göçtüm, okudum doktor oldum, mecburi hizmet için Anadolu’nun ortasında bir kasabaya tayin ettiler. Yine "göç etmiştim" işte.

Kasabada sağlık ocağı hekimliği yapıyordum. Bir gün eskiyen ayakkabılarımı bir kundura tamircisine götürdüm. Bir hafta sonra yenisinden bile güzel hale gelmiş ayakkabım beni bekliyordu. Ayakkabıcıya şaşkınlıkla sormuştum: "Ne güzel olmuş! Sen bunu kimden öğrendin ustam?"

Ayakkabıcı, 'Ustam bir Ermeniydi, çok iyi bir ustaydı, ondan öğrendim' dedi.

'Sonra ne oldu ustana?' sorusunun cevabı 'Ne olacak, göç ettiler, çekip gittiler' olmuştu.

Giden ayakkabı ustaları yaşamlarını sürdürebilmek ve bir başka yerde daha iyi ayakkabılar yapabilmek için göç et mek ve belki de göç yollarında hayatlarını kaybetmek zorunda kalmışlardı.

Ankara ve kasabalarında uzun yıllar hekimlik yaptıktan sonra 1990 yılında İstanbul’a göçtüm. Daha iyi yaşamak, istediğim gibi hekimlik yapmak ya da iyi bir sinemacı olmaktı hayalim. Senaryolar yazıp filmler çekmek istiyordum. Hekimdim, işsizlik diye bir problemim yoktu belki ama daha iyi yaşam koşulları için gelmiştim İstanbul’a. Hastalarım da benim gibi Anadolu’dan ekmek parası için, çoluk çocukları için, geçim derdiyle gelmişlerdi. İstanbul’un etrafında küçük Anadolu kentleri örülüyordu ve adına iç göç denilen bu hareketin bir tek amacı vardı: Yaşamak… Daha iyi yaşamak…

İstanbul’un kenarına konuşlanmış Anadolu’dan göçmüş hemşehrilerimle buluştum. Onların evlerine, derneklerine, düğünlerine, cenazelerine gittim. Poliklinikler, sağlık merkezleri ve hastane kurdum. Öyle ya da böyle, hepimiz de İstanbul’un yeni göçmenleri olarak kendimize yer yurt edinip, güç sahibi olup bir biçimde ayakta kalmaya çalışıyorduk.

1995 yılında tüm bunlardan vazgeçip sinema için Fransa’ya göçmeye karar verdim. Sadece yapmak istediğim bir işi en iyi burada yapabilirim inancı değildi, hayallerimin arzularımın da dayatmasıydı bu. Sorbon’a dil eğitimi için kayıt yaptırmıştım. Okula başladım. Paris’te yaklaşık bir yıl yaşadım.

Burada bulunduğum sürece 1980 faşist askeri darbesinden kaçıp gelmiş, yani zorunlu göç etmiş mülteci bir arkadaşımın evinde kaldım. Uzun yılların Türkçe hasreti belki benim Fransızca öğrenmemi engelliyordu ama en azından memleketten getirdiğim rakının yanında olmazsa olmaz beyaz peyniri evin yanındaki Ermeni bakkaldan alabileceğimi hemen öğrenmiştim. Bizden daha önce göç etmek zorunda kalmış Anadolulu bir Ermeniyle yine ortak bir kültürde buluşmuştuk. Renkli Paskalya yumurtalarına beyaz Ezine peyniri de eklenmişti.

Artık İstanbul’dayım. Yaklaşık dört beş sene önce İstanbul’a yeni göçmenler geldi. Bu kez yaşadığımız dış göçtü. Savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler çoluk çocuklarını alarak yanı başımıza kadar göç edip gelmişlerdi.

Bir akşam hastanenin önünden yüzlerce çocuğun geçip gittiğini gördüm. Bu kadar çocuk nerden çıkmıştı, çok şaşırmıştım.

Yakınımızda eski bir apartmanın Suriyeli göçmenlerin kurduğu bir dernek tarafından çocuklar için okul haline getirildiğini söylediler. O bina epey önce yine bir iç göçle Doğu illerimizden gelen Kürt vatandaşlarımız tarafından çalıştırılan bir tekstil atölyesiydi. İşleri kötü gidince bırakıp gitmişlerdi. Eski tekstil atölyesi Suriyeli çocukların yeni okulu olmuş. Merak edip gittim okula. Bir Türk rehber yardımcı oldu konuşmamıza. Okulun idarecisi olan öğretmenlere "bir ihtiyaçları olup olmadığını" sordum, "hastane olarak, hekim olarak yardıma hazır olduğumuzu" da söyledim. Önce kuşkuyla karşıladılar beni.
"Neye ihtiyacınız var?" diye ısrar ettim. Para, sağlık hizmeti vs.

Bir süre sustuktan sonra içlerindeki en yaşlısı konuştu: "Bizim güvene ihtiyacımız var" dedi. Güven… Anlayamamıştım. Alınır, satılır somut bir şey değildi çünkü istedikleri.

'Neden’ der gibi baktım yüzüne.

‘Buraya geldikten sonra, bugüne kadar beş küçük kızımızı çaldılar' dedi. Bir eşya gibi bir paket gibi bir nesneden söz eder gibi ama derin bir acıyla konuşuyordu.

Çocukların çalındığı, alınıp satıldığı bir dünya bize artık cehennem değilse nedir? Bu cehennem hepimizin. Böylesi bir cehennemde sayıların ya da paranın ne önemi olabilir?

evimiz-neresi-682934-1.

Şu kısacık yazıda bile göç kelimesini ne kadar çok kullanmak zorunda kaldığımı fark ettim, ne yazık!

L. Strauss’tan ödünç alacağım bazı kavramlar olacak şimdi: ‘Kültür belli bir uygarlıktaki insanların dünyayla kurduğu ilişkilerin toplamıdır. Toplumsa bu insanların birbirleriyle kurduğu ilişkilerdir. Kültür düzen yaratır. Toprağı ekip biçer, yollar, şehirler yaparız. Nesneler icat eder, imal ederiz. İnsanların yeryüzüyle kurduğu ilişkiden kültür doğar. Böylelikle bir düzen yaratılır, birikim sağlanır ve hafıza oluşur."

Hafızanın beyinle bir ilgisi yoktur. Belleğin evi insanın kalbidir. Hafızasız bir toplum kalpsiz bir toplumdur. Hafıza vicdan demektir ve galiba vicdansız olmakla malulüz artık.

"Toplumlar ise entropi üretirler. Güçlerini dağıtır, toplumsal çatışmalar, siyasi mücadeleler ve bir yerlerde yarattığı ruhsal gerilimlerle kendi kendilerini tüketirler. Baştaki temel alınan değerler yozlaşır. Toplumlar çatılarını git gide kaybeder, darmadağın olur ve bireylerin yerini kimliksiz atomlar alır."
Bugünlerde tüm dünyanın yaşadığı gibi.

Tekrarı ve provası olmayan bir hayatı hakkıyla yaşayıp gitmekten başka bir seçeneğimiz yok, bundan eminim. Dünyanın ömrü bizim kaderimizden uzundur çünkü!

"Yaşam, var olmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir ruh geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir. İnsan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır."

Bu yaşam denilen bilinmez yolculukta kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu yerine getirmeliyiz. İnsanın vicdanı buna bağlıdır ve onunla var olur.

Hepimiz insan kalabalığının bir parçasıyız. Ama Kabil ya da Habil olmak bizim tercihimiz.

Devletlerin ve politikacıların büyük ve süslü cümlelerin arkasına saklayarak yarattıkları insan trajedilerinin suç ortağı olmamalıyız. Onlar için basit sayılar gibi telaffuz edilen insanların, kadın, erkek ve çocukların bir parçası da biziz çünkü.

Yeryüzü bizden önce de vardı, bizden sonra da var olmaya devam edecek. Bir büyük sofranın tesadüfen bu çağda yerini almış misafirlerinden başkası değiliz. Sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan, olan bitene sessiz kaldıklarımızdan da sorumluyuz. Birbirimizi bizi sayılar olarak gören yöneticilerin gözleriyle görmekten vazgeçmeliyiz.

Biz bir aileyiz.

Hiç birimizin göçmen kuşlardan bir farkı yoktur. Göçmen kuşlar binlerce yıldır ordan oraya göç ediyorlar, onlara soruyor musunuz nereye ve niye göç ediyorsunuz, eviniz neresi diye!

Çünkü, tüm dünya evimiz bizim…

(Bu yazı 13 Kasım 2019 tarihinde Paris/Sorbon'da düzenlenen "migrations et langues" başlıklı toplantıda yaptığım konuşmanın kısaltılmış halidir.)

cukurda-defineci-avi-540867-1.