Uzun dal parçası ağzında elma ağacının gövdesine yaslanmış duruyordu. Yumuk gözleri uzayan sakallarının arasında incecik çizgi olmuştu. Yüzü gözü değişmişti. Üstündeki kareli gömlek eskiydi. Adam özlemle sarılmak için davransa da, o yerinden kıpırdamadı. Kucaklaşmadılar

Evlat neye benzer?

Fatma Nuran Avcı

Garaja geldiğinde vakit öğle olmuştu. Havadaki nem, sekiz saatlik tren yolculuğundan sonra çekilmiyordu. Minibüslerin tabelalarına bakınırken karşısına çıkan delikanlı,

“Nereye gidecektin amca?” diye sordu. Biraz düşündü. Sesinin duyulmasından çekinir gibi,

“Çalıköy’e gidecektim,” dedi.

“İşin acele mi amca? Saat başı kalkıyoruz. Valiz falan yok da o bakımdan yani…”

Delikanlı elinde küçük poşet taşıyan, temiz, düzgün giyimli beye minibüsün kapısını açtı. Adam arka koltuğun cam kenarı tarafına oturduğunda kalbi çarpmaya başladı. Yarım saat sürer, demişti. Köyün sonundaki benzinlikten inince fındıklığın arasındaki patikayı takip edecekti. On beş dakikalık yolmuş. Pazar yerinden sonra ilçe meydanını geçip ana yoldan ayrıldılar. Şoförün yanı boştu. Hemen arkasında iki kişi, çapraz tekli koltukta hacı sakallı ihtiyar, onun hizasında şişman bir kadın oturuyordu. Adam koyu yeşilliğin hiç bitmeyecek gibi tepeden tepeye uzanmasına aldırmadı. Yamaçta çevresini bodur ağaçların sardığı, bahçe duvarları kayrak taşlarıyla kaplı güzel evlerden bakışlarını çevirdi. Mavi gözlerini saklar gibi yere baktı. Yanına doğru yaklaşan ağırlıktan sarsıldı. Yüzüne nefesini üfleyip baldırına vurdu biri. Özensiz kesilmiş bembeyaz saçları havada, tuhaf bir kadındı.

“Ne bakıyorsun ayakkabılarına. Bana baksana bir kerecik.” Dudaklarını yalayıp kıkırdadı. Yolcular Hanife’yle adama doğru döndüler. Hanife’nin kıpırdaması bitmiyordu. Çapraz koltukta oturan sakallı yaşlı işaret parmağını kadına gösterdi. Azarlar gibi,

“Çok ayıp Hanife. Kalk oradan. Rahatsız etme bakayım.” Adamdan özür dilercesine boynunu büktü. Kadın bu defa yaşlı adama uzattığı sağ bacağını sıvazlaya sıvazlaya,

“Geleyim mi yanına Hacı Osman, Elif cüz okuyalım mı, ha ne dersin?” Şoför gazdan ayağını kesince minibüs yavaşladı. Torpido gözünden aldığı kasetlerden birini teybe yerleştirip sesini açtı. Dikiz aynasından Hanife’ye baktı.

“Yavrum bırak bu işleri. Orhan Ağbimi dinle sen.” Hanife ellerini çırptı. Kuzu dişleriyle çocuğa benzeyen, kırışık yanaklarıyla elliyi çoktan geçmiş, tezatlıklar içinde bir yüzdü. Batsın bu dünya, bitsin bu rüya, diyordu müzik.

Vadi geride kalırken evlerin rengi kayboldu. Yolun iki yanında böğürtlen çalılarının bitiminde söğüt ağaçları başladı.

Salkımları iplik iplik uzuyordu. Minibüsün tavanını sıyıran dalından kopmaya hazır kuru yaprakların çıtırtısı duyuldu. Bahçeli, kerpiç duvarlı köy evleri başlayınca Hanife bağırdı.

“İndir beni. Gulu gululara geldik.” Şoför frene bastı. Hacı Osman, kadın iner inmez adama doğru konuştu.

“Kusura bakma efendi. Annesi yatalak olunca sahipsiz kaldı. Her köyün delisi varmış. Bizimki de bu,” dedi. Adam zoraki gülümsedi. Şoför dikiz aynasından bakıp söze karıştı.

”Hanife’ye laf yok. Ne delisi. Bu köyün hem gülü, hem bülbülü be. Bir paket limonlu gofret aldın mı, bir de gazoz…” Hacı Osman şoförün sözünü kesti.

“Sus sus başlama gene. Büyük marifet sanki. Yabancının önünde ne biçim konuşuyorsun, köyümüzü yanlış bilecek.”
“İlle ağzımızı tıkayacaksın sen de Hacı. O kadar hayvan mıyız? Boyumca kızım var benim.”

“Aferin. Ha şöyle. Bak sen de büyütüyorsun. Evlat dediğin kıça benzermiş. En pis yerin ama kesip atamazsın. Yarın öbür gün senin kızın da cahil çocuk, ne yapar belli olmaz.” Şoför öfkelenip ellerini direksiyondan çekti.

“Hayda. Kafamı bozmasana benim. Kadın, köyün polisi diyecektim. Uçan kuşu sektirmez. Biri bisikletle dolanıyormuş ortalıkta. Bakkaldan öteberi alıyormuş. Kaçak mıdır nedir? Hanife hemen asılmış. Adam hiç konuşmamış. Haberin var mı sakallı?” Hacı Osman başını salladı.

“Ben de duydum. Neyin nesiyse… Vaziyet çok karışık bu aralar.”

Adamın çarpıntısı hızlandı. Kulakları uğulduyordu bir yandan. İçi çekilir gibi olmuştu. Benzinliği görünce şoföre durmasını söyledi. Minibüsten indiğinde paslı kırık yazıya, çakıllı yolun üstünde heykel gibi duran iki benzin pompasına baktı. Ortalarda kimseler yoktu, rahat bir nefes alsa da kalbi çarpmaya devam etti. Hep aynı his. Kötü bir şey olacak gibi, ensesinde, sırtında iri bir elin varlığı, nereye gidiyorsun, kimsin diye durduracak üniformalıların korkusuyla huzursuzdu. Göğüs kafesine sığmayan et parçasıyla savaşıyordu durmadan. Benzinliğin arkasında toprak yol var, fındıklığı görürsün kenarlarında, demişti. Adam küçük, sivri yapraklarından, birbirine kaynaşmış, sık, canlı çalılıktan fındıkları tanıdı. Sağ elindeki torbayı diğerine alıp hızlı hızlı yürümeye başladı. Ceketi ağır gelse de üzerinden çıkarmıyordu. Çalıların bittiği yerde düz bir çayırlık varmış, orada bekleyecekmiş. Yan yatmış bisikleti gördü önce. Uzun dal parçası ağzında elma ağacının gövdesine yaslanmış duruyordu. Yumuk gözleri uzayan sakallarının arasında incecik çizgi olmuştu. Yüzü gözü değişmişti. Üstündeki kareli gömlek eskiydi. Adam özlemle sarılmak için davransa da, o yerinden kıpırdamadı. Kucaklaşmadılar.

Adamın başı döner gibi oldu, poşeti elinden bırakıp çimenlerin üstüne ağır ağır oturdu. Sözlerine nasıl başlayacağını bilemedi. Ona baktı. Ayakta bekliyordu. Tek söz etmeden salladığı çubuğu yere attı sonunda. Adam dayanamadı,
“Ne oldu bize? Ne girdi aramıza oğlum?” Babasına cevap vermek yerine,

“Ne getirdin, yoksa pasta mı o?” dedi. Adam kutuyu torbanın içinden alıp oğluna uzattı.

“Çikolatalı seversin diye. Köfte ekmek de aldım.” Oğlan kollarını havaya kaldırıp sinirlendi.

“Çocuk muyum ben ya? Ne saçmalık.”

“Ne bileyim oğlum. Aç mısın tok musun babalık işte,” dedi. Gözleri doldu. Sustular. Çimenlerin üzerinde karton kutu duruyordu. Neden sonra babasının karşısına, dizlerini büküp çömeldi.

“Ben sana ne demiştim,” deyince adam cebindeki zarfı hatırladı. Üç aylık maaşını çekip içine koymuştu. Paranın miktarını söyleyip ona uzattı. Zarfı almadan ensesini ovmaya başladı. Adam oğlunun bu davranışlarına anlam veremedi.
“Hepsi bu kadar oğlum. Bakkal, kasap eski dost da şükür idare ediyoruz.” Oğlan babasına bağırdı.

“Anlamıyorsun değil mi? Hâlâ geçim derdi, borç harç tek düşündüğün. Neyin mücadelesini veriyorum ben?

Cahilleştirilmiş, yoksullaştırılmış halka bak. Kendi korkaklığına bak. İnsanca yaşam bu mu?”

Adam şaşırdı. Neredeyse babasına el kaldıracak, belki daha üstüne gitse dövecekti. Yumruğunu sıktı, tırnaklarını avucuna batırdı adam. Öğle sıcağında yanan vücuduna aldırmasa da, kalbinin çarpıntısı geçmiyordu. Oğlan gömlek düğmesini çözüp zarfı içine koydu. Babasına bir şey söylemek istese de vazgeçti. Adam yalvaran bir sesle,
“Teslim ol oğlum. Bu yolun sonu hayır değil. Minibüste duydum. Seni fark etmiş köylüler. Nereye kadar saklanacaksın, nereye kadar?” dedi.


Duyduklarından etkilenmedi. Kararlıydı. Babasıyla tartışacak zamanının olmadığını biliyordu. Gitmeliydi. Yan yatırdığı bisikletini düzeltip selesine binmesi uzun sürmedi. Fındık çalılıklarının arasından kaybolan oğluna bakarken adam ağlıyordu.