Evinden, yurdundan edilmiş, göçe zorlanmış ya da göç etmekten başka şansı kalmamış milyonlarca insanı düşünün. İster coğrafi olsun, ister ekonomik, ister siyasi göç, kastedilen yuvanın hasretidir hep. Yuva güvenli yerdir, güvensiz olsa bile temel güvenlik ihtiyacının gömülü olduğu yerdir.

Evlerin ruhsallığı

NESLİ ZAĞLI

Özellikle son yıllardaki terapi seanslarında, anne-babayı, kardeşleri ve varsa geniş aileyi sorgularken, danışanların büyüdükleri evi de sorguladığımı fark etmeye başlamıştım. Kaç odalıydı, kendisine ait odası var mıydı, yemekleri birlikte mi yerlerdi, nasıl bir evdi, yokuşu bahçesi var mıydı? Uzun süren psikoterapilerde danışanların aile öykülerine o kadar hakim oluruz ki, gözümüzde aile bireyleri canlanmaya başlar. Yine fark ettim ki ben danışanlarımın evlerini de gözümde canlandırıyordum. Mimariyle uzaktan yakından ilgim yoktur. Nitekim evlerle ilgili merakım da yapılardan çok öğelerle ilgiliydi; aile üyelerini birbirine bağlayan öğeler. Kimi zaman bir salon, bir göz odada 12 kişi yaşayarak büyümüş danışanlarım oldu. Mahremiyetin, kişisel sınırların olmadığı, feodalitenin evdeki her nesneye yansıdığı evler… Bazen de kocaman evlerde tek çocuk büyüyerek, evle yalnızlığı bağdaştırmış ve sadece bir başınalıktan kaçmak için bağımlı ilişkiler geliştirmiş danışanlarım oldu. Belki spekülasyon olacak ama yetişkin yaşına kadar bir oda sahibi olamamış biriyle, yatak odası ayrı, oyun odası ayrı birinin ilişki kurma biçimlerinde büyük farklılıklar vardır.

Kısacası evlerle ilişkimiz aslında diğerleriyle kurduğumuz ilişkileri yansıtır. Kaçarak kurtulduğu baba ocağından nefret eden bir kişinin büyürken gördüğü zulüm, ilerideki ilişkilerinde tekrar etmez mi? Mutlu bir yuvadan güle oynaya çıkan biri, yuva bellediği her evi çiçeklendirmez mi? Ben uzun süredir bunları yoğunca düşünürken bir meslektaşım Alberto Eiguer adlı yazarın ‘Evin Bilinçdışı’ adlı kitabını önerdi. Kapsanmanın, odaların, sınırların, mahremiyetin, taşınmaların ruhsal açıdan dinamiklerini inceleyen kitapta Bourdieu’dan önemli bir alıntı yapıyor yazar:

“Bir ev yaratmak, sürekliliği olan, sabit sosyal ilişkilerle birleşmiş bir grup yaratmaya, kalıcı ve sabit, değişmez konut gibi kendini kalıcı bir şekilde sürdürmeye muktedir bir soy yaratmaya dair ortak bir iradedir; bu, ev birliğinin geleceği üzerine, yani bir arada durma gücü, bütünlüğü, ya da başka deyişle parçalanma ve dağılmaya direnme kapasitesi üzerine ortak bir proje ya da iddiadır.”

YUVA GÜVENLİDİR

Buradaki kalıcılık vurgusu ne kadar da önemli. Evinden, yurdundan edilmiş, göçe zorlanmış ya da göç etmekten başka şansı kalmamış milyonlarca insanı düşünün. Bu insanlar yetişkin olduklarında o kadar sıklıkla bir yersizlik yurtsuzluk duygusundan dem vururlar ki. İster coğrafi olsun, ister ekonomik, ister siyasi göç, kastedilen yuvanın hasretidir hep. Yuva güvenli yerdir, güvensiz olsa bile temel güvenlik ihtiyacının gömülü olduğu yerdir. Bu nedenle de ruhen mültecileşmiş herkes içindeki yuvayı öldürmüş bir katil gibi olay mahalline dönmek, güvenli/güvensiz zeminini yoklamak ister. Daha hafifinden ele alırsak, iş güç nedeniyle, tayinlerle çok şehir, çok ev değiştirenlerde de bir karmaşa baş gösterir. Bazen bu kişiler 7-8 ayrı evde büyümesine karşın yalnızca birini hatırlar. Ben de danışanlarda böyle bir durumla karşılaşınca hep sorgularım. O hatırlanılan evlerde yaşanırkenki farklılık nedir? Örneğin kimisinde annenin çalışmadığı bir dönem olduğu, kişiye özel bir ilgi gösterildiğini öğrenirsiniz. Ya da o evde yaşanırken ebeveynlerin akrabaları vardır ve o günler kuzenlerle oyun dolu geçmiştir. Ve yahut baba terfi almıştır, o ara keyiflidir ve kapıdan girerken kişinin ilk defa başını okşamıştır. Bunlar elbette benim anlık kurgum olan örnekler ancak tüm o hatırlanan eski kıymetli evlerin soğuk duvarlardan çok sıcak insani temaslarla değerlendiği bir gerçektir.

Şu ana kadar kendinize dönmediyseniz de ben sorayım. Peki, siz nasıl bir evde büyüdünüz? Dış cephesini hatırlıyor musunuz? Sokağın başından bakınca ev size gülümser miydi? Mahalledeki arkadaşlarınız sizin evle ilgili ne düşünür, ne hissederlerdi? Bakımlı olan bir evi miydi mahallenin? Örneğin bahçesi var mıydı? Dış görünüşe bu kadar saplantıyla düşkün olan bizler evlerimizin dış görünüşüne neden o kadar da önem vermeyiz? Özellikle az gelişmiş mahallelerde “kat çıkılarak” yapılan evlerin içi cillop gibi olsa da dışı bazen sıvayla bırakılır. Bence bu konuda aynı evlerin içinde obsesifçe titiz olup, sokakta tüm çöpümüzü salan zihniyetteyiz. Evle ilgili estetik kaygıların sınıfsal olduğunu da düşünmüyorum. Yerleşiklik, göçebelik ekseninde değerlendirilebilecek bir kültürel unsur olmalı. Milyonlarca liralık gudubet “rezidınsların” insanın içini ısıtan bir güvenlik birimine karşılık gelmediği aşikâr. Kat kat yükselen ve gülümsemeyen bir çehreyi yeğlediğimize inanmak istemem. Toplu konutlarda oturan ve tekil yalnızlıklar çeken insanların büyüdükleri evleri de ziyadesiyle merak ediyorum.

Durumu biraz romantize ettikten sonra evlerin dış kapılarından içeri dalalım. Hala yapılıyor mu bilmiyorum ama eskiden tek bir kare salona açılan odaların olduğu evler vardı. Acaba sadece gecekondularda mıydı o? Kırsaldan göçüp gelen ve kendi kültürünü yitirmekten ölesiye korkan insanlar mı illa akşam yemeklerinde o oda gibi salonda buluşmak istiyorlardı? Peki, siz yemekleri birlikte yer miydiniz? Bunu sorguladığımda genelde evet denir ama herkes acıktığında mutfağa gider yerdi diyene de rastlanır. Bazı evlerde mutfak çok küçük olduğundan yemekler salonda yenir. Peki, mutfağın küçük olması neye işarettir? Sizce de mutfak evdeki bireyleri birleştiren faaliyetlerin merkezi bir üssü değil midir? Bir düşünsenize, en temel beslenme ihtiyacının nasıl karşılandığı bize, kendimize ve hayata özenimize dair çok şey anlatmaz mı? Bu noktada sevdiğim sorulardan biri de evde temel öğün dışında kek, börek, kurabiye pişip pişmediğidir. Bir kısım insan büyük bir keyifle evet derken, ilkokuldan itibaren evde asla yemek olmadığı için kendini beslemek zorunda olan insanlarla çok karşılaştım. Şaşırtıcı olmasa da bu kişiler genelde duygusal olarak da ihmal ve istismar edilmiş bireylerdir. Sanırım saçma sapan bir dizinin fragmanında vardı: Evin kaderindir.

SİZİN EVİNİZ NASILDI?

Şimdi de odalara geçelim, tabii eğer varsa. Çocukluğunuzda eğer bir odanız olmadıysa ve anne ve babayla aynı odada uyduysanız muhakkak cinselliğin seslerine ve hatta imgelerine epey duyarlısınız. Duvar yoksa mahremiyet yok çünkü evin kaderinde. Çoğumuz hemcins kardeşimizle bir odayı paylaşarak büyüdük. Şanslı bir azınlık duvarlarına posterler astığı, orantılı sesle müzik dinlediği, arkadaşı gelince beraber kişnediği odalarda yaşadı. Nesnelerle bağ kurmayı evimizden eşyalarla ilişkimizde öğrendik. Kimi çok kalabalık, istif istif evlerde büyüyüp sadeliğe kaçtı ve ismine minimalizm dedi; kimi ortak ve değerli hiçbir aksesuarı olmayan evlerde büyüyüp koleksiyoner oldu. Bir kısmımız da evimizde ne gördüysek aynen devam ettirdik. Eve ait nesnelerin aslında kişilerin kendi zarlarının ardına çekildiğinde içine çektikleri teşhirler olduğunu da çoğu kez bilemedik. Bazen evlerde çeperlerimiz haline gelen duvarların ardında birlikte ama yalnız yaşıyoruz. Herkes telefonunu, tabletini alıp mahrem alanına çekildiğinde huzur duyabiliyoruz. Evlerimizin seslerine tahammülümüz azaldıkça evlerimiz ıssızlaştı. Neyse ki bazılarımız için ev hala mahrem, kala liman, hala ses ve canlılık.

Eiguer’in kitabında alıntıladığı bir başka paragrafta: “Ev düşlere dalmayı barındırır, rüya göreni korur, ev huzur içinde rüya görmemize olanak tanır der.” Evin güvenli olması beklenen yapısına karşın ihmal ve istismarın da yuvası olduğunu biliyoruz. Trajediler kapalı kapılar ardında ve güvenlik atfedilen alanda cereyan ediyor. Malumunuz memleket, kadın ve çocuğa yönelik ihmalden, şiddetten, ensestten, cinayetten geçilmiyor. Sizler yaşadığınız evlerde güveni, huzuru ve mahremiyeti yaşadınız mı bilmiyorum ama herkes için huzurlu, canlı evlerinde tatlı düşler temenni ediyorum.