“Çıldırmış birine gerçeklik nasıl görünür peki?” diye soruyor Kracauer, yeni çıkan “Film Teorisi” adlı kitabında. Kitaptaki Bunuel’in “El” filmindeki kilise epizodunu ele aldığı sahneyi okuyup, üstüne bir de filmi izleyince, gözümün önüne tüm o atılan gazete manşetleri, kürsülerde yalan yanlış söylenen bir dolu ipe sapa gelmez sözler ve o sözleri alkışlayanların yüzlerindeki ifadeler canlandı. “Harbiden de bu ülkede yaşayan herkes çıldırmış!” dedim kendi kendime, ilk defa bu gerçeği keşfettiğim için değil, gerçekte ne olup bittiğinden artık emin olduğum için. En son, bisiklet turnuvasındaki ödül töreninde yaşananlar bile, her şeyi o denli açık bir biçimde özetliyordu ki... Sadece bu ülke de değil, dünyanın tamamı çıldırmış durumda; Baltimore’da, Nepal’de, Suriye’de ve daha pek çok yerdeki yaşananlara bakınca.

Yeni çıkan romanları okur ve filmleri izlerken de derin bir boşluk duygusunun dünyayı çepeçevre sardığını ve bu çıldırma haline eşlik ettiğini, hatta kaynağı olduğunu düşündüm sonra. Yoktu 19. yy’daki o muhteşem roman kahramanları. Geoff Dyer’ın keyifli bir okuma vadeden “Venedik’te Aşk, Varanasi’de Ölüm” adlı romanında olduğu gibi, yaşamından ve kendisinden sıkılmış Jeff’e benzeyen karakterlerle dolup taşıyor edebiyat ve hayat. Jeff, dünyanın bir ucuna gidip, Hinduizmin kutsal kitaplarından Upanişad’daki şu hakikate varıyor örneğin: “Burada olan orada da var ve orada olan burada da var.” Hakikatin uzaklarda bir yerde olduğuna dair inanç, yeni bir şey olmasa da varlığını daha da güçlendirdi, artan bu boşluk duygusuyla birlikte. Deleuze ve Gauattari’nin “organsız beden” kavramı, kilit bir kavram aslında bu boşluk duygusunu deşifre etmek için. Hâlâ ve nedense, kendimizi ya da insanları, kimlikleri ve “oluş”ları sabitleme ihtiyacı duyuyoruz ki, bu sabitleme ihtiyacı tam da iktidarların kontrol etme arzusundan kaynaklanıyor. Sabitlenmeyle ortaya çıkan yabancılaşma, insanların kendi gerçek kişiliğini, düşünce ve hislerini saklamaya zorlanmasıyla; hatta okullarda, kışlalarda, işyerlerinde öğretilmesiyle; içtenlik, zevk, güven ve yakınlığın kaybolduğu, korunaklı olduğu düşünülen bir kabuğun içine hapsediyor herkesi. O kabuğun içinde insanların kendisini iyi hissettiği bir gerçek, ama sadece yüzeysel bir iyilik bu. İçten içe, tarif edilemeyen ya da edilmek istenmeyen boşluk duygusu bir sarmaşık gibi sarıp sarmalıyor ruhu, nefessiz bırakana kadar. Sahte kendilik, gerçeğin yerine aldığı içindir ki, aşktan siyasete her şey manipülasyona müsait bir hale geliyor.

Joel Kovel, “Arzu Çağı” adlı kitabında toplumsal yapıdaki kamusal ve özel alanların birbirinden tamamen koparılmasına bağlıyor, benliğin boş bir kabuk halini almasını. Hakikati başka bir yerde aramak, aslında kendimizi ve hayatımızı kusurlu görmemizden ve kusursuz olma arzumuzdan kaynaklanıyor ki, medyanın ve reklamcılar da tam da ortaya çörekleniyor. Renata Salecl de, günümüz insanının yaşadığı bu karmaşayı, ekonomik güvencesizlikten çok toplumsal rollere dair yaşanan endişeye, kimlik dağınıklığına bağlamıştı. Köktenci dinî tarikatların ve spiritüel hareketlerin artmasının nedenini de bu dağılma kaygısına bağlıyordu Salecl.

Bizim balıkçılar kahvesinde zaman zaman kavgalar edilse de, çekememezlikler, kandırmacalar olsa da, kara insanlarının yaşadığı boşluk duygusundan, gelecek kaygısından eser yok. Herkes kendisi olmaktan memnun, başka biri olmayı istemek akıllarına bile gelmiyor, hamsinin balina olmak istemesi gibi tuhaf bir şey... Üzüntü yaşayınca hemen bir Prozac içmiyor, köşesine çekilip teknesinin ya da ağların bakımıyla ilgileniyor, denize açılıp bu kısa konukluğun mucizelerini hatırlıyorlar. Böyle yaparak, Deleuze ve Guattari’nin tavsiyesine uyuyorlar sanki, biçimlerinin ve anlamının kavranamayacağı kadar hızlı dönen dünyayı zihinlerinde yavaşlatarak... Panik duygusundan arınmadan varolunamayacağını biliyorlar, alabora olur tekneleri...

Kahvede oturmuş bunları düşünürken, Turgut Uyar’ın dizeleri dökülüyor denize: “Artık bize soluk ver, bizi besle, kendini hatırla / ey biraz yavaş, biraz kutsal, beklerken az sevinçli...”