Oğuz Atay’ın “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba” cümlesini ben de “Sevgili dinleyicim sen neredesin acaba” diyerek müziğe uyarlamak istiyorum. Bu sitemim yüz binlerce, milyonlarca seyirciye olan hasretim değil sayısı önemli olmayan nitelikli dinleyiciye olan özlemim sadece

Ey dinleyici neredesin?

Fotoğraf: Burhan Şeşen

Bodrum’un hayatımızda çok ayrı bir yeri vardır. Vardı demek daha mı doğru acaba?

Daha şarkılarımız da bizler de hiç bilinmezken, tanınmazken çalmıştık Bodrum’da. Mavi’de. Mavi, Halikarnas’a gelmeden yokuşun hemen başında sol tarafta küçük bir mekândı. Haluk ve Faruk diye iki kardeş işletiyordu. Her ikisi de sakin; müziğe, sanata meraklı, büyük şehrin karmaşasından kaçmış, bohem bir hayatı seçmiş iki kardeş…

Bir kasetçalara kaydettiğimiz şarkılarımızı üç sıkı hayranımız (Ülfet-Işıl-Nilgün) Bodrum’a götürmüş ve ağabey Haluk’a ulaştırmış. Haluk da şarkıları dinledikten sonra tahminen sakalını sıvazlayarak “Gelsinler” demişti.

SAHNE, ÜÇ TABUREDEN İBARETTİ

Yıl 1983, aylardan Mayıs’tı. Evde, mahallede, okulda falan şarkılar söylemiştik ama üçümüz ilk kez bir arada seyirci karşısına çıkacaktık. Özellikle sahneye çıkacaktık demedim zira Mavi’de bir sahne yoktu. Sahne, servis barının önüne iliştirilmiş üç tabureden ibaretti. Ses–ışık sistemi falan da yoktu. Ve de hemen hemen kendi şarkılarımızdan başka hiçbir şarkıyı da bilmiyorduk. 19 Mayıs tatilini fırsat bilip Bodrum’a kaçan üniversiteliler idi bu ilk performansın dinleyicileri… Sonrası yüzlerce şarkı bir o kadar konser, gösteri, tiyatro, müzikal ve de yüz binlerce belki de milyonlarca dinleyici.

Geçen seneler yaşantımızı bir değirmen gibi öğütürken birçok kavram da sadece kelime olarak kaldı. Dinleyici mesela. Oğuz Atay’ın “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin acaba” cümlesini ben de “sevgili dinleyicim sen neredesin acaba” diyerek müziğe uyarlamak istiyorum. Bu sitemim yüz binlerce, milyonlarca seyirciye olan hasretim değil sayısı önemli olmayan nitelikli dinleyiciye olan özlemim sadece.

BİRBİRİMİZİ GELİŞTİRMEMİZ GEREK

Eskiden, bir konser sonrası insanlar kulise gelip müziğimizle ilgili görüşlerini belirtiyorlardı. Şimdi ise “Ne eğlendik, ne eğlendik” diye iltifat ettiklerini sanarak istemeden de olsa kırıyorlar sevdikleri müzisyenleri. Ben birçok nedenden dolayı şarkı yazıyorum ama -oyun müzikleri dışında- hiçbir zaman birilerini eğlendirmek için bu yolu seçmiyorum. İkinci bir sıkıntım da konserlere gelen insanların hep eşlik edecekleri, bildikleri şarkıları tercih etmeleri. Tamam, klasik olmuş şarkılarımız var, onları zaten çalıyoruz ama yeni şarkıların önü nasıl açılacak eğer sizler hep “eski”de kalmayı sürdürürseniz? Ayrıca üreten sanatçılar kadar onların eserlerini tüketen sanatseverlerin de kendilerini geliştirmeleri çok önemli. Birbirimizi geliştirmemiz büyütmemiz gerekiyor.

Bizler üç dakikalık bir şarkı için tüm emeğimizi, birikimimizi, yeteneğimizi, hayal gücümüzü ortaya koyarken sizlerin de en az bir şarkı boyunca bu çabaya ortak olmanız gerekmez mi? Bakmayın dijital platformların yapay zekâyla o anki ruh durumumuza göre önümüze seçenekler sunmasına. Müzik fonda çalınan bir şey değildir. Edebiyatı, sinemayı, tiyatroyu, plastik sanatları, baleyi, dansı tüm sanat eserlerini kavramaya çalışalım. Daha İstiklal Marşı’mızı bile hep birlikte bir ağızdan, aynı tondan doğru düzgün söyleyemiyorken müziği hafife almayalım. Konya Akşehir’de bir lokantanın bahçesindeki Nasrettin Hoca’nın heykelini görmüşsünüzdür. Ya da Ankara’da Melih Gökçek zamanında yapılan Ankapark’ı ve beş adet devasa kapıyı. Eğer biraz estetik kaygımız olsaydı bunlar bizlerin iradesine rağmen hayata geçebilir miydi? Ya da daha çarpıcı bir örnek. Ülkenin en tepesindeki insanın eğer sanat eserleri konusunda bir görüşü olsaydı bir heykeli “ucube” diye tanımlar ve yıkılmasına yol açar mıydı?

Zaman zaman söylüyorum içimizde adlandıramadığımız boşluk sanattan uzaklaşmamızdan ve doğadan kopmamızdan kaynaklanıyor. Ne kadar yaşayacağımıza değil ama nasıl yaşayacağımıza karar verebiliriz. Geç olmadan…