Sonra Sartre gerçekten öldü. Onu uğurlayan yüzbinlerin katıldığı büyük törende hiçliğe giderken gördüğümde de içimde bir şeyler koptu.

‘Ey gece, hesabımız kapanmadı daha’
Sartre’ın cenaze törenine milyonlar katılmıştı. (Fotoğraf: Wikimedia)

Hayata Uzun Veda”yı okuyordum. Ataol’un uzun şiirini. “Kara tahta önünde suskun bir öğrenci gibi/ Dersine çalışmamış, ne söyleyeceğini bilemeyen/ Oturmuşum ışıklı ekranın karşısına/ Gelmesi gereken dizeleri bekliyorum/ Gelmesi gereken, çünkü bu hayata çalışmışım ben” diye başlıyordu. Sonra aklım eski günlere, eski zamanlara gitti. Hayata çalıştığım zamanlara. Ankara’daydım. Gençliğimizin ilk yılları hep beraber yürüdüğümüz arkadaşlarla Çankaya, Kızılay, Ulus gidip gelirdik. En çok Kızılay’dı piyasa yerimiz. Şimdi artık cüce kaldı ama adı hâlâ gökdelendir, onun önünde buluşur içmeye giderdik ucuz bir meyhaneye. Ucuzdu o zaman meyhaneler.

Hepsi de yaşadığımızı anlamak, ona bir anlam katmak içindi. Jean-Paul Sartre okurduk. Solcu ve varoluşcuyduk aynı zamanda ve hep birlikte. Zaten ne olursa hep birlikte olurdu. “Kimiz biz?” sorusundan önce “neyiz biz?” diye başlardık, evlere, sokaklara, üstümüzden geçip giden gökyüzüne öyle bakardık. “Bulantı”yı da o günlerde okuduk. Şimdi yeniden okuyorum; ne kadar da güzel yazılmış diye çeviriyorum sayfalarını. Semih Tiryakioğlu çevirisi. Haziran 1967. Varlık Yayınları. Zaten o yıllarda Varlık dergisi, Varlık yayınları bizim için bir tür sığınaktı. Antoine Roquentin, romanın kahramanı, bize benziyordu. Ya da biz onun bize benzemesini istiyorduk. Biz ona benziyorduk. Öyle anlamsız, sakar, ne yaptığını bilemeyen, varlığıyla, daha da çok dışarıdaki eşyanın varlığıyla aklını bozmuş, esrik, belli belirsiz bir aşıktı bizim gibi. Marki de Rollebon hakkında bir kitap yazan, hep zorlanan, hiçbir zaman bitiremeyen Roquentin’e benzemeyecek de kime benzeyecektik ki.

Savaş. Kazablanka, aşklar, mülteciler…

“Şimdi de saksafonun çaldığı bu ezgi var. Ve ben utanıyorum. Küçük övünç dolu bir acı doğdu, bir örnek acı. Dört saksafon notası. Gidiyorlar, geliyorlar, şöyle diyorlar sanki: ‘Bizim gibi yapmak, ölçü ile acı çekmek gerek.’ Evet! Ben de kendime hatır-gönül yapmadan acımadan, çorak bir arılıkla böyle ölçülü biçili acı çekmeyi pek isterdim tabii. Fakat bardağımın dibindeki bira ılıksa, aynanın üstünde kara lekeler varsa, kendim fazlaysam, suç bende mi?” Tam bize göreydi bu satırlar. “Some of these days/You’ll miss me honey” Bizim şarkımızdı işte. Antoine Roquentin kenti yavaş yavaş terk etmeye hazırlanırdı; “Madeleine, plağı bir kere daha çalar mısın, ben gitmeden bir kerecik daha?” Çalardı Madeleine. Kazablanka’da sevdiği kızın sevgilisini kurtarmak için sevgisini içine gömen kahramanımız Rick’in barında “bir kere daha çal Sam” derdi İlse. Ankara sanki daha da küçülürdü, meyhanenin penceresinden öyle görünürdü. Biz yavaşça büyürdük. Alımlı, dalgın delikanlılar olarak kente sırtımızı dönerdik. Yiğitliklerimizin kendi varlığımızla sınırlı kalmaması için birazcık ihanet ederdik Sartre’a.

Sonra kitabı bitirirdik. O son cümleler, neden bilmiyorum, yüreğimizi yakardı ve ezberlemiştik artık: “Gece oluyor. Printania Oteli’nin birinci katında iki pencere aydınlandı. Yeni garın yapı alanı burcu burcu nemli kereste kokuyor: Yarın Bouville’e yağmur yağacak.” Yağmur yağardı ve biz Sartre’ı bırakıp İsmet’e, Ataol’a dönerdik. “Bir gün Mutlaka” diye isyana kalkışır, hüzünlü ama inatçı kahramanlar olarak, “ölüyoruz demek ki yaşanılacak” diye mektuplar yazardık birbirimize.

“Varlık ve Hiçlik”

Şimdi hepsi geride kaldı. Dostlarımızla yollarımız ayrıldı. Kent büyüdü ve artık bize çok yabancı bir kente dönüştü. İçimizdeki isyan duygusunu zaman zaman harlandırıyoruz. Yaşadığımız zamanların eşyası da kavgası da değişti. O eski güzel hüzün yok. Hayata uzun veda başladı. Sartre büyüsünü yitireli yıllar oluyor. Daha o dağdağalı günlerde İkinci savaştan sonra biz işçi sınıfını keşfederken “yalnızca insan kendisi için amaçtır” diyen direnişin “Rezistansın” kahramanı ile aramız açılmıştı. Hem sonra o felsefesiyle Hitler’in hizmetine giren “Varlık ve Zaman” kitabıyla kafaları karıştıran Alman’ın, Heidegger’in takipçisi değil miydi? Onun da kitabının adı “Varlık ve Hiçlik”ti zaten. Yalnızca kendisi için var olan, kendine düşkün filozof toplumun dünyasını anlayabilir mi? Yalnız kendine aitse o sıkıştırılmış hayatı nasıl aşabilir ki. Önünde sonunda anlam kaybolacak, Varlığını anlamaya çalışan filozof Hiçlikte kaybolup gidecekti.

Yok artık o kadar da değil; Sartre Heidegger’le buluşmuş ama onun Hitler’in hizmetine girmesini affedememişti. Biz ikisini de affedemiyorduk. İzinden gittiğimiz ustaların söylediklerine kulak veriyorduk. Onlardan birisi Lukacs, sert ve kesin konuşuyor, “Sartre ve izleyicileri temelini Heidegger’den aldıkları ve bizim nihilist ve gerici diye tanımladığımız felsefelerinin ilerici ve demokrat bir ideolojiyi temsil ettiğini ileri sürerlerse onları protesto etmek bizim için görev olur” diyor, tam da o günlerdeki bizi anlatıyordu. Yine de bir ayrım yapıyor, direnişçi Fransız varoluşçuları ile Alman Nazizm’inin hizmetine giren Heidegger’i aynı kefeye koymamak için çabalıyorduk. Alman varoluşçuluğunun filozofu, öğrencilerini sık saflar, uygun adımlarla Almanya’nın Milletler Cemiyeti’nden ayrılması için oy kullanmaya götüren, Freiburg Üniversitesi’nin rektörü Heidegger’di. Sartre ise Hitler karşıtı direnişin eylemci filozofuydu.

Var olan gittiğinde geride ne kalır?

Sonra Sartre gerçekten öldü. Onu uğurlayan yüzbinlerin katıldığı büyük törende hiçliğe giderken gördüğümde de içimde bir şeyler koptu. Bizim hayatımızda izler bırakan insan ölmüştü. O da hayata uzun bir veda şiiri yazmıştı, uzun, upuzun bir veda. Ama işte sonunda şiir de şarkı da bitti. Ben de sıkıntıyla oturdum Sartre’ı yeniden karıştırdım. O eski hüznü belki yakalayabilirim diye, o eski sevinci. Hayır, o güzel kitap da artık elimin altında solgun bir eşya gibiydi. Ben bir an kendimi Antoine Roquentin gibi hissettimse de gitmişti. Kenti terk etmişti, Roquentin. Bulantı’nın kahramanı yazmayı planladığı, bir türlü yazamadığı kitabının notlarını da çantasına tıkıştırıp gitmişti, onunla birlikte Sartre da gidecekti. Huysuz, aykırı, direnişçi, insan haklarının tuhaf savunucusu, savaştan sonra Heidegger’i nedamet getirir umuduyla ziyaret eden ama hayal kırıklığı ile geri dönen, aynı umutla Almanla buluşan Paul Celan gibi hayatının geri kalanını bir nehre atmamış olsa bile öfkeyle sokaklara çıkabilen, boyu ve burnu uzun de Gaulle’ün “O Fransa’dır” diye tutuklanmasını engellediği, nihayet feminizmin savaşçı teorisyeni Simone de Beauvoir’ın uzatmalı sevgilisi ölmüştü işte.

***

Kendimi iyileştirmek, insanlar ve savundukları felsefeler arasında ayrım yapmayı öğrenebilmek için, hayat dolu hiç eskimeyen kelimelerle yazılmış kitapları ötekilerden ayırabilmek için, kimi saçmalıkların üzerimdeki gölgesinden kurtulmak için, yeniden hayata dönebilmek için Hayata Uzun Veda’dan kimi dizeleri yüksek sesle okudum.

“Nasıl bir şarkı tutturmalıyım ki yarım kalmasın/ Bir kez daha tanık olsun yaşadığıma/ Kırda bir ağacın yapayalnızlığına tanık olsun/ Öpüştüklerimize, parmak uçlarımıza/ Öfkelerimize, küslüklerimize/ Yaşadığımız, yaşayamadığımız/ Her şeylerimize tanık olsun/ Ey gece, seninle hesabımız kapanmadı daha.”

Budur, diye düşündüm sonra; geceyle hesabımız kapanmadıysa, işimiz bitmediyse, hayatımıza bir anlam katabilmek için değil o hayatı gerçekten değiştirmek için çabalıyorsak, anlam arkadan gelmez mi zaten.