Ey işkencehâneye dönen yurdum!

DENİZ POYRAZ

Hatice Ezgi Sadet anısına...

Attikalı tragedya yazarlarından hiçbiri Atina halkını Euripides kadar meşgul etmedi. Hatta Roma tragedyası bile Seneca’ya dek Euripides’i örnek aldı. 15.yy’da Yeniden Doğuş hareketi ile antik ilgi uyanıp Yunan yazarlarının eserleri bir bir yayınlanmaya başladığında, Euripides ilk sırada geldi Rönesans insanı için de.

Aristoteles’in Poetika’da “tüm ozanların en trajik olanı” diye bahsettiği Euripides, M.Ö. 480’de Salamis’te doğdu. O tarihte Yunanlarla Pers İmparatorluğu arasında amansız bir savaş yaşanmaktaydı, meşhur Salamis Deniz Muharebesi...

Savaş sonrası çocuğu olarak dünyaya gelen Euripides, sayısız düş kırıklığıyla geçen ömrü boyunca içine doğduğu değerler dizgesine, mitsel öğretilere ve toplumsal normlara mesafeli durdu hep. Uzlaşmaz çelişkiler içindeki sınıflı Antik Yunan toplumunda, burjuva karşıtı ve protest bir tutum içinde olduğu söylendi hatta.

Euripides hayatını çevreleyen pek çok şeye karşı eleştirel bir tavır aldı almasına; fakat bu yoğun bir karamsarlığı da beraberinde getirdi... Kimi Euripides’in Salamis Adası’nda bir mağaraya çekilip karanlığın pusunda vecd hâline geçerek yazdığını söyledi, kimi de eşsiz bir kitaplığa sahip olduğundan, bu çok özel metinlere gömülüp gittiğinden bahsetti. Hayatını düşünmeye, okumaya, yazmaya odakladığına şüphe yoktu; öyle ki Aristofanes Kurbağalar adlı oyununda ona “kitap kurdu” lakabını takmıştı...

Ozanlar Ozanı Homeros’a atfedilen sayısız hikâyeyi dinleyip durmuştu ömrünce. Akhilleus’un Hektor’la savaşının, tanrıçaları kıskandıran Helen ile aşkı için halkını yıkıma uğratan Paris’in, tanrıların kurduğu tuzakları bir bir alt eden Odysseus’un öykülerini...

Fakat mitlerin söylediğiyle Euripides’in tanıklık ettiği savaşların gerçekliği bağdaşmıyordu. Savaş kahramanlığın, şanın, şerefin aksine ölüm, yıkım ve vahşet getiriyordu halklara. Ölenler ve öldürenler anlatıla gelmişti o güne değin; fakat ya kalanlar ne oluyordu? Neden kimse kalanlardan söz etmiyordu? Atina ile Sparta halklarını karşı karşıya getiren ve on yıl süren Peloponez Savaşı’nın kanlı ikliminde mağarasına çekildi ve kalanlara ağıt yaktı Euripides; bu ağıtın adı Troyalı Kadınlar olacaktı...

Dehşet bir kenti çöle döndürüyorsa eğer...

Bir zamanların mutlu Troya’sı önünde şimdi Yunan Ordugâhı. Ölüm taşıyan atı şehrin kalesine sokmayı başaran Akhalar zafer sarhoşu. Geride, yükselen dumanların gölgesi altında harap bir kent. Troya yiğitlerinin dul kadınları artık zulümle başgöz, hepsi Atina’ya esir götürülmeyi bekliyor... Kraliçe Hekabe bile köle şimdi, hem de ahlâk düşmanı, yasa tanımaz, ikiyüzlü Odysseus’a. Hem vatanı hem içi yanıyor: “Acılar denizinin dibini bulmamız için / Daha ne eksiğimiz kaldı acaba?” Teselli cesur kızı Kasandra’ya düşüyor: “Troyalılar, vatanları için öldüler / Ve en güzel şan oldu bu onlara.” Helen’se Paris’in koynuna girdiği için Menelaos’tan af dilemekte. Bu sıra kadınlardan birinin feryadı Troya’nın mavi göğünde asılıp kalıyor: “Şehir düştü, İlion yanıyor! Ey acılar kenti, sen yoksun artık...” Hür doğmuş kadınlara boyunduruk zor geliyor...

Tragedya sanatının mezar kazıcısı Euripides, olağanüstüyü ve önceki yazarların kahramanları idealize etme alışkanlığını bir kenara koyar Troyalı Kadınlar’da. Karakterleri gökten yere indirir; gerçek insanlarla baş başa bırakır izleyicisini. Kadınların Yunan çadırları içinde köle olmak kaderinin acısıyla kavrulan zihinleri, oldukça derinlikli bir psikoloji ile çözümlenip aktarılır. Yaşadıkları felaketin içinde kimi zaman çelişkili düşüncelerle de boğuşur kadınlar.

Eski gelenek ve efsaneleri sorgular ve insan doğası üzerinde çekincesizce durur Euripides. Yıkımların, vahşiliğin sorumlusunun tanrısal etmenlerde aranmamasını, asıl sorumlunun savaşı yaratan insanoğlunun bizzat kendisi olduğunu vurgular. Metin boyunca bir gözüküp bir kaybolan tanrılar hemen hemen insan doğasına sahiptir, tumturaklı roller biçilmez onlara. Hem “dehşet bir kenti çöle çeviriyorsa eğer / Tanrılara kırılmak düşer, saygı değil artık.”

Kent düşmüşken Troyalıların kökü de kazınmaktadır bu arada. Akhalar tüm erkek çocuklarını yok ettikten sonra nihayet sıra Hektor’un oğluna gelir. Troya halkının gün gelip bu çocuğun tohumuyla tekrar dirilme ihtimaline, İlion’un yeniden kentlerin kenti Troya olma olasılığına dayanamaz Talthybios, neticede çocuk yiğitler yiğidi Hektor’un kanını taşımakta. Ölüm emrini verir hemen: “En büyük babanın oğlu, yaşamamalı! Bunun için çocuğun Troya surlarından aşağı atılması gerek.” Hekabe kederli bir ironiyle sorar Talthybios’a: “(Mezar) taşına bir şair şöyle yazsa nasıl olur acaba: ‘Bu çocukcağızı bir zamanlar ondan korkan Akhalar öldürdü.’ ”

Yakıp yıkan, kendi yıkımını hazırlamakta
Bir yazarın / sanatçının her verimi -kaçınılmaz olarak- çağının toplumsal yapısından, estetik anlayışından izler taşır. Bu durum doğaldır ama riskler barındırır. Entelektüel bir üretim içinde olan kimsenin güncelin tatlı esintisine kapılma, aldığı alkışlardan nutku tutulma, belli bir kitlenin tekdüze övgülerine mazhar olup deliksiz bir uykuya dalma olasılığı vardır hep. Oysa Euripides tiyatroya getirdiği pek çok yenilikle çağının çok ilerisinde bir yazar olmuş, yarattığı çarpıcı karakterlerle iki bin yıldan uzun bir süre varlığını korumayı başarmıştır. Şüphesiz bunda en büyük etmen sanat yaşamı boyunca yoğunlaştığı, evvel – ezelden beri değişmemiş ve değişmeyecek olan, insan varoluşuna müteallik temel gerçekliklerdir.

Troya’nın bugün Çanakkale taraflarında bir yer olduğu düşünülmektedir, dolayısıyla Türkiyeli okura / seyirciye epey yakın bir coğrafya bura. Troyalı Kadınlar adlı tragedyanın okuru / seyircisi, vakti zamanında o mitsel söylenceleri dinlerken Euripides’in zihninde dönüp duran şu soruyu kendisine sormalıdır: “Ben bu hikâyenin neresindeyim?” Böylece hikâyenin tam kalbinde durduğunu görecektir. Binyıllar önce Anadolu’nun batısındaki bir medeniyetin yıkımına tanıklık ederken, bugün aynı coğrafyanın doğusunda bir başka topluma dayatılan kıyıma ve zorbalığa kayıtsız kalmanın olanaksızlığını ve barışın önemini fark edecek; hem Sur’un hem Suruç’un Troya’nın surlarından da yakın olduğunu görecektir kendine...

Akhaların dehşet saçan atı Troya’daydı binlerce yıl önce. O at şimdi Kürt illerinde. Hekabe’nin talancılara öğüdünü hatırlatarak bitireyim yazımı ben de... “Aptaldır kentleri ve yerleri yerle bir eden / Mezarları, kutsal yerleri yıkan, aptaldır. / Çünkü yakıp yıkan, kendi yıkımını hazırlamaktadır.”