“Düşünce ve ifade değil, eylem cezalandırılmalı” derken, şimdi ‘niyet’ yaptırım konusu olabiliyor.

Eylem ve ifade

1990’lı yıllar: Bireysel başvuru hakkının ardından Mahkeme’nin yargı yetkisi de tanınınca, Avrupa hukuku ile ulusal hukuk arasındaki ayrışma gün ışığına çıktı. Düşünce özgürlüğü bakımından, İnsan Hakları Avrupa Komisyonu ve İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararları ile ulusal yargı kararları arasındaki şu farklar vurgulanmalı: Söz, yazı, demeç, program vb. hususlar, ulusal yargı organları gözünde yaptırım sonucunu doğuran ‘düşünce suçu’ iken, Strasbourg makamları açısından, ancak ‘eylem’ yaptırıma tabi tutulabilirdi.

İfade özgürlüğünün bireysel ve toplu kullanımında Avrupa organları ile ortaya çıkan bu ayrışma nereden kaynaklanıyor? Anayasa ve yasalardan mı, uygulama tarzından mı?

Önce, şunu yeniden vurgulayalım: Şiddet övgüsü veya şiddete çağrı, ırkçılık ve ayrımcılık, aşağılayıcı ve hakaret edici söz, yazı ve açıklamalar, kin ve nefret söylemi niteliğindeki söz ve yazılar, ‘ifade özgürlüğü koruması’ dışında kalır.

Düşünce ve kanaat

Sonra, konuyu, Anayasa değişiklikleri ve uygulaması vesilesiyle hayli tartıştık 2000 başlarında; ilerlemeler de kaydedildi. Hatta, düşünce ve ifade özgürlüğü ayrımını yapan 1982 düzenlemesini eleştirirken, “Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” (md.25), şeklindeki düzenlemenin mutlak koruma özelliğine dikkat çekmeyi de ihmal etmedik.

Ne var ki, ilerleyen yıllarda tanık olduğumuz uygulamalar, “düşünce özgürlüğü, doğası gereği hukuki düzenleme dışında kalır; aslolan, ifade özgürlüğünün korunması” ayrımını da unutturdu. Hazırlık aşamasındaki kitabının basımı engellenen Ahmet Şık, özgürlüğünden de alıkonuldu. Sonra, “bunu FETÖ’cüler yaptı; bu bir kumpas idi” dendi.

Ne var ki, FETÖ’cülere karşı mücadele adına ilan edilen OHAL uygulamasında da hapsedildi. Ahmet Şık, ‘basın yoluyla ifade özgürlüğü’nü kullanma dışında hangi suçu işledi? Tıpkı, Cumhuriyet gazetesinin hapiste olan diğer yazarları gibi. Dahası, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın 8 Mayıs 2017 tarihli listesine göre hapisteki gazeteci ve gazete çalışanı sayısı 162.

Niyet ve ötesi...

Son haftalarda, bir de ‘niyet okuma’ eklendi.

Sedat Ergin, dikkat çekiyor: “Hâkimin ‘okuduğu niyet’i suçladığı kişinin ‘fiil’i gibi gösterdiği bir suçlama karşımıza çıkıyor. Bu kalıp genel bir yönelişe dönüşürse, herhangi bir başlık, haberin içindeki herhangi bir ifade niyet okuma yoluyla pekâlâ suç olarak gösterilebilir.

Oğuz Güven’in tutuklanması kararı, bu yönüyle Türkiye’de ifade ve düşünce özgürlüğünün ciddi bir şekilde daralması sonucunu getirecek bir kapıyı açtığı için çok ciddi sakıncalar içeriyor.”(Hürriyet, 20.5.17)

‘Kanaat/niyet/ima/çağrıştırma’ vb kavramların yargı tarafından kullanılabilmesi, hukuktan ne denli uzaklaştığımızı gösteriyor. Hukukun olmadığı yerde devlet olabilir mi?

Özetle; eylem yerine, ifadeyi yaptırımdan kurtaralım derken; düşünce ve kanaat cezalandırılmaya başlandı; şimdi ise, niyet okunma ve okuma şekline göre cezalandırılması eşiğine geldik.

‘Anayasal kaos’ aşılmalı...

Çift başlılığı kaldırma adına, üç ayrı görevi üstlenmek için Anayasa değişikliği yaptıran kişi, “Her şey huzura, refaha kavuşmadan biz OHAL’i kaldıramayız” diyor. Oysa, OHAL’i uzatma yetkisi, Bakanlar Kurulu ve TBMM’nin. Sonra, OHAL nedeni, ‘huzur ve refah’ değil, ‘anayasal düzeni ortadan kaldırma’ girişimi.

Ekim 2016’da ‘fiili durum’ sona ermeli sloganı ile yola çıkıldı ve ‘16 Nisan musibeti’ yaşandı; ama öyle anlaşılıyor ki, fiili durum aktörü, 16 Nisan çerçevesi ile bile yetinmeyecek.

Bu ve benzeri çıkışlar, 16 Nisan 2017-3 Kasım 2019 arası dönemin, bir geçişten çok, anayasal ve siyasal kaos senaryosunu güçlü kılıyor. Hukuk güvenliğinin ve siyasal istikrarın bulunmadığı yerde, ‘toplumsal refah ve huzur’ sağlanabilir mi?

“Yan yanayız, bir aradayız”

Ne yapmalı? Önce, siyaset ve anayasa bilgisi sürekli pekiştirilmeli; sonra, hukuki mücadele yolları her şeye rağmen ilerletilmeli; nihayet, dayanışma ve birliktelik yolları geliştirilmeli.

Bu nedenle, dün Taksim’de “yan yanayız, bir aradayız” başlığı altında yapılan toplantı, pek kayda değer; özellikle, demokrasi ekseninde yurttaşlık ve eşitliği öne çıkarması bakımından: Birlikte oluşturduğumuz, birlikte yaşadığımız toplumumuzun farklı kesimlerinden gelen, farklı kimlik ve kökenden, farklı siyasi düşünce ve inanıştan olsak da sadece birer yurttaş sıfatıyla, bu topraklarda ortak yaşamı savunmak için “Yan yanayız, bir aradayız” ...