Otoriter ve faşizan rejimlerin genel olarak halkla, özel olarak da otoriterlik ve faşizme direnenlerle kurduğu ilişki oldukça benzerdir. Benzerliğin kökeninde, modern devletin şiddet tekelini elinde bulundurması kabul edilebilir. Ancak iş otoriter ve faşizan rejimlere gelince bu rejimlerin temel ekonomik ve siyasi tercihin aynı olması temel nedendir. Bu ekonomik ve siyasi tercihin sonucu olarak ortaya çıkan; sermayenin uluslararasılaşması/küreselleşmesi, paranoyaklaşmış güvenlik anlayışı, düşman hukukuna dayalı terörle mücadele stratejileri “devletlerin” baskı uygulamalarını benzeştirmektedir.

Bunun yanında ticaretten göçmen politikalarına, silahlanmadan küresel ısınmaya, şeffaflaşmadan kadın haklarına hayatın her alanında imzalanan uluslararası sözleşmeler ve uluslararası örgütler de bu benzeşme pratiğini süreklileştirmektedir.

Durum böyle iken baskıya uğrayanların verdikleri tepki ve direnişin de benzerlik gösterecektir. İşte baskıcı rejim ya da uygulamalara karşı gösterilen tepki katalogunda “sivil itaatsizlik” yabana atılmayacak bir yer tutmakta. Dolayısı ile bu eylemlerde de benzerlik kaçınılmaz. Örneğin: Baskıya karşı tiyatro ve komediden faydalanacaksanız daha önce yaşananlardan hareketle, hayali bir diktatör figürü kurgulamak, Hitler’den eleştirmek istediğiniz otoriter figüre bir bağ kurmanız nerede ise kaçınılmaz. Ya da polis şiddetine karşı oturma eylemi, uzun yürüyüşler ilk akla gelebilecek tepkidir. Başarıya da ulaşmıştır yer yer; Rosa Parks beyazlara ayrılan koltuğundan kalksaydı, Martin Luther King otobüs boykotlarını başlatmasaydı belki Kara Panterler’in namlularına kalacaktı iş!

Tabiî ki bu süreçlerde direnişleri kendi ajandalarına doğru bükmek isteyecek aktörler, boğmak isteyecek devletler, yaşanan baskıların asıl sorumluları oldukları halde şu ya da bu nedenle eklemlenmek isteyenler olacaktır, olmuştur. Bu çerçevede Çalınan devrimler, her ata oynayan kapitalistler olacaktır!

Bağlamak istediğim yer şurası; Baskı mekanizmaları ve direniş mekanizmalarının bu zorunlu benzeşme dinamikleri iktidar ve yargımıza, Fetullahçı yargı ile yarışır bir hukuksuzluk alanı açmış görünüyor. Son gözaltılar ve Yiğit Aksakoğlu’nun tutuklanması, bu “sivil itaatsizlik” alanınbile kapatılmak istendiğinin çok ötesinde bir baskı sürecinin açık delillerinden birisi oldu. Üstelik Fetullahçı savcı ve polislerin en karakteristik yöntemleri uygulanarak başlatılmış bir soruşturmada!

Yiğit Aksakoğlu’nun tutuklanma gerekçesindeki; “Her ne kadar toplantıların içeriğine ulaşılamamış ve karanlıkta kalan yönleri olsa da iletişimin tespiti tutanaklarında bu toplantıların Gezi’den sonra tekrar sivil itaatsizlik ve şiddetsiz eylem adı altında yeniden çeşitli gösteri ve eylemlerin yapılmasına yönelik birtakım eğitimler ve konuşmalar düzenlendiği kanaatine ulaşıldığı (…)” ibaresi basitçe kanunda olmayan bir gerekçenin “uydurulması” gibi anlaşılmamalı.

Her şeyden önce faşizm karşısında sivil toplumcu, liberal, foncu pratiklerin de tüm iddia ve çözüm setlerinin yetersiz kaldığının ıspatı bu durum.

Ama daha önemlisi, Fetullahçı yargının ceza hukuku paratiğine veriğdi en büyük zarar olan “suçun fiilden koparılmasının” ötesine geçilerek, “suç için artık eylemin bile aranmaması” anlamına gelir. Hem de Fetullahçı savcı ve polislerin hazırladığı dosya ile yapıyorlar bunu! Cangızbay’ın daha önce de başvurduğum anlatımıyla:
“Ortada suç teşkil eden bir davranış/fiil olmadığı halde birileri yine de suçlanıyorsa, suç da suçluluk da fiilden kopartılmış; dolayısıyla aynı bir fiilin şunlar tarafından yapılırsa suç, ötekiler tarafından yapılırsa masum addedilmesi söz konusuysa; aynı anda hem bir insanlık suçu, hem de engizisyona geri dönülmüş oluyor…Bu durumda insan, ya söz konusu belirsizliğin kaynağındaki/kaynağında bulunduğunu sandığı güce biat/secde/kulluk edecek ya da bu gücün uygulama kudretine sahip olduğu/olduğunu sandığı yaptırımlara hedef olmamak için, sanki kendisi hiç yokmuş/hiç bir zaman var olmamış, ya da ölüymüş gibi yapacaktır: duymayacak, görmeyecek, söylemeyecek, eylemeyecek, kısacası olmayacaktır.”

İşte bizi dökmek istedikleri kalıp bu!

Tüm baskılara rağmen duyacak, görecek, konuşacak ve var olacağız!