Annelere akıl vermeye kalkmayın. Anneler sezgileriyle her şeyi bilir, kalpleriyle her şeyi görür ve suskunluklarıyla her şeyi anlatırlar. Annedir, doğuran, var eden. Neşet Ertaş’ın, o abdal bilgenin, “kadınlar insandır, biz insanoğluyuz” diyerek hürmet ettiği anneler

Eylül Anneleri

“Mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar” bilinir de, ayların, mevsimlerin merhameti var mıdır, bilinmez. Müslümanlar için Ramazan, Şiiler, Aleviler için Muharrem, belki de insanların kendilerini dünyadan çok Tanrıya yakın hissetmeleri bakımından, kalplerine bir parça da olsa merhamet duygusunu sığdırabildikleri aylar olabilir. Peki diğer aylar, mevsimler ne olacak?

Nisan hiçbirimizin yabancısı değil, çok severdik ama “ayların en zalimi” olduğunu bilmezdik. Öyleymiş, şiirin de öğreteceği olurmuş insana, T. S. Eliot, Nisana zalim deyince öğrendik. Yine de bunu bahara yönelik hoş bir kinaye saydık, gülümsemekle yetindik.

Şiire bakarsanız, ayların, mevsimlerin, zulümle merhamet arasında gidip geldiğini görürsünüz. Bilhassa bahar ve güz ayları. İnsanın dilinin ucuna gelip gider dizeler. Benim de aklıma en çok Haziran düşer. Hem sevdiğim Haziran hem de genç kardeşimi alıp götüren, beni sevmeyen Haziran!

Tam da içindeyiz ama oraya gelmemek, adını anmamak için takvimin başka yapraklarını çevirdiğimi fark etmişsinizdir. Onun adı Eylüldür. Günün adı Eylüldür. Çok şeyin adı Eylüldür. Bu yazının da, yazımızın da adı Eylüldür. Şarkılar, şiirler, yazılar, romanlar, filmler, öykülerin adı Eylüldür.

Unutulmayanlardır Eylül. Unutulmadığı için köşe yazarı, dergi yazarı, internet yazarı, sosyal medya yazarı, radyo, tv programcıları Eylülü nasıl anlatacaklarını bilemez, şarkılar, şiirler ve birtakım hisli sözler yardımıyla adeta Eylül Şenliği yaratırlar, yaşatırlar, değil her ayı, her günü başka bir şenlik olan ülkemize!

“Yaz geçer/yine gelir”, Murathan Mungan’ın doğru dediği, güzel dediği dizeler keşke Eylül için de geçerli olsaydı! Çok yazlar geçti, yine geldi ama Eylül hiç geçmedi! Geçmeyen bir Eylülümüz var. Geçeceği de yok, hatta adı Eylül de değil artık. Eylül evet, günlük siyasette, ülkeye ve dünyaya bakışta ‘şahin bakışlı’ olup da, Eylülde hisli ve romantik olmayı nasıl başardıklarını bir türlü anlayamadığım, tabii klişe uyarınca takdir filan da etmeyeceğim onları, sanki pek matah bir şey yapıyorlarmış gibi, niye edeyim, yazarların, şairlerin hüzün ayı. Günlerin rengi hafif sarı, biraz kahverengi, akşamlar hafiften kızıllık içinde, güneş şarap renginde batıyor, günler kısalıyor, “Kanlıca’nın ihtiyarları” geçen sonbaharları bir bir hatırlıyor, “ayva sarı nar kırmızı sonbahar” her yıl biraz daha benimseniyor, aynalar, çizgili yüzler, küçük üşümeler, bej renkli pardesüler, ekose duygusu veren şemsiyeler, elindeki kadehi içmeyip uzun uzun avcunda tutmalar, sanki falcının küresine baktığı gibi, onda geçmiş yılların anılarını, sevdalarını hatırlamalar, kişisel gelişim dozlu felsefeler, şiir döktürmeler, edebiyat parçalamalar, lügat paralamalar...

O kadar hisli, o kadar kırgın, o kadar romantik olmayan, insanı sarıp sarmalamayan, hatta Eylülün kendisinden bile daha çok üşüten, ürperten bir Eylül şiiri de var ama, Edip Cansever’in “Eylülün Sesiyle” şiiri: “Baylar!/Bin dokuz yüz seksen birdeyiz,/ Karşınızda eylülün sesi/Ağustos çekildi, eylülün sesi/ birazdan konuşacak/ Bu dünyada yaşamak can sıkıcı bir şeydir baylar!”

Eylül hisli tabii ama bol bulamaç hüzün soslu hisler değil bunlar, edebi hiç değil, poetik hiç değil, alabildiğine somut, olabildiğince sert, kapkara, apacı, kopkoyu, upuzun, depderin, insanın içine, kalbine, boğazına bir yumru gibi oturan, gitmeyen, bitmeyen, dinmeyen, eksilmeyen, gözlerinin önünde damla değil, pınar değil, nehirler gibi akmayı bekleyen yaşlarıyla Eylül Annelerinin hisleri bunlar. Kayıpların anneleri onlar, Cumartesi Anneleri. Kayıp oğullarını, kızlarını hangi aylarda doğurmuş olurlarsa olsunlar, hepsini Eylülün doğurduğu anneler. Sonradan kimlik verilen insanların hep 1 Ocak doğumlu olması gibi, kimliklerinde yazmasa da o annelerin hepsi de 12 Eylül 1980 doğumlu!

Aydınlar, yazarlar, şairler, muhalifler, gençler hapsedildi, idam edildi, infaz edildi, sürüldü süründürüldü, öldürüldü neredeyse 100 yıldır. Fakat kaybedilme politikası 12 Eylül’le beraber yürürlüğe konuldu, daha düzenli olarak uygulanmaya başladı. Neredeyse 40 yıldır bu ülkenin kayıpları var, kayıp oğullar, kızlar, eşler, analar, babalar, abiler ablalar, kardeşler, akrabalar, sevgililer, dostlar, arkadaşlar var. Ülkenin doğusundan başlayıp ortasına, batısına kadar her yerde kaybedilen ve kayıplarını arayan insanlar var.

François Ozon’un, Tayfun Pirselimoğlu’nun, yönetmenini hatırlayamadığım 2016 yapımı bir Rus filmi, 12 yaşındaki bir çocuğun kaybı, kayıplar üzerine filmler izledim. Kayıplar ve izlemek! Film izlemek. Onlar dayanılmazdı, sinemadan çıkıyorsunuz ama filmden çıkamıyorsunuz, yıllardır aklımda. Üstelik ben bir izleyiciyim, sadece izleyiciyim, bir ‘kayıp yakını’ değilim. Yani bir yakınım kaybolmadı ama aslında hepimizin yakınları kayboldu ve onları aramadığımız için biz de kaybolduk, biz de kayıp sayılırız, en azından kendimize karşı, sık sık parlatma ihtiyacı hissettiğimiz vicdanımıza karşı! Tıpkı bu yazıda da nasıl daha iyi söylerim diye uğraştığım sözcüklere karşı! Gülüşlerimize, yolculuklarımıza, yaz günlerine, yazılarımıza, şiirlerimize, sevdiklerimize karşı kayıp sayılırız! Kayıbız. Aramayanlar da kayıptır çünkü!

“Fırat kıyısında bir kuzu kaybolsa...” Ne güzel, ne anlamlı, ne sıcak bir sözdür. Üstelik kuzu! Kaybolmasın değil mi? Kimsenin kuzusu kaybolmasın, kınalı kuzusu, sürmeli kuzusu. Kayboluyor ama, kaybediliyor, bir daha da geri gelmiyor, haber gelmiyor, ses soluk, nefes gelmiyor, ne bir iz ne bir işaret, kim bilir diyeceğim de bilen biliyor elbette bilmeyen ne bilsin, hiç bilmiyor, hiçbir şey bilmiyor.

Siz bilmiyor musunuz peki? Analar bekler, adı ister Cumartesi Anneleri olsun ister Şehit Anneleri olsun, ister bu yazıdaki gibi Eylül Anneleri diyelim, anneler bekler! Siz annelerin beklediğini, bekleyeceğini bilmiyor musunuz, bilmezden mi geliyorsunuz, nasıl bilmezsiniz? Annelik bir sanattır, en çok da sabır sanatı, bekleme sanatı. Kaç kez geçti şairler annesi Gülten Akın’ın dizeleri bu yazılarda, Metin Göktepe’nin işkenceyle öldürülmesi üzerine yazmıştı “Anneler İlahisi”ni, “Anneler olmasa kim kimi severdi/saklı tuttun o insanı insana bağlayan güvenci/yollar boyu eskitilmiş alanlarda/solgun bir bedeni gezdirmedin Metin’in annesi.”

Annelere akıl vermeye kalkmayın. Anneler sezgileriyle her şeyi bilir, kalpleriyle her şeyi görür ve suskunluklarıyla her şeyi anlatırlar. Annedir, doğuran, var eden. Neşet Ertaş’ın, o abdal bilgenin, “kadınlar insandır, biz insanoğluyuz” diyerek hürmet ettiği anneler.


12 Eylül faşizmiyle geldiğimiz bu karanlık çağda anneler hepimize insanlığı, insan olmayı hatırlatıyor, “Gel artık ömrümü seninle bildimdi oğul/ben seni kimseler beklemezken bekledimdi” diyerek.