Öyle çok mutlu bir çocukluk geçirmedim. Bunda tabii ki bizimkilerin bir suçu yok. Yazıya böyle bir giriş yapınca annemin babamın ve ağabeyimin suratlarını görür gibiyim. Yok yok, sizinle bir ilgisi yok sevgili ailem. Aslında çocukluğumdan beri sosyal, neşeli, arkadaş canlısı olarak görünsem de –belki olsam da- hayatın pastel renklerini her zaman canlı renklerine tercih etmişimdir. Hatta inanın şimdi aklıma geldi, bir şarkımda “Hadi git. Arka sokaklarımı bana bırak. Renkli caddeler senin olsun” demişliğim bile vardır. Hüznü her zaman sevince demeyeyim ama eğlenceye tercih etmişimdir. En çok suskunlaştığım içime kapandığım anlar düğünler, nişanlar, doğum günü partileri ve yılbaşı geceleridir. Belki de böyle özel günlerin zorunlu eğlenceye dönüşme mecburiyetidir beni böyle yalnızlaştıran. Bu yüzden yaz ayının o curcunasından sonra sonbaharın bu ilk ayını severim. Eylül’ü kendime yakın bulurum. Uzlaşmacı ve barışçıl bir aydır eylül ayı. Yakmaz, üşütmez, bunaltmaz. Bak ben de buradayım dedirtmez. Görgüsüz değildir. Alçakgönüllüdür Eylül ayı.

***

Yazarların, müzisyenlerin, sinemacıların ve oyuncuların ayıdır bu ay. Ve de iflah olmaz romantiklerin. Güneş yakmaz ısıtır, bulutlar bir ressamın elinden çıkmışçasına türlü şekiller ve ışık oyunlarıyla hepimizin içindeki kaygıyı hafifletir. Bu ayda hiçbir şey biz istemezsek olmaz sanki. Yağmur ince ince, zarar vermeden yağar, rüzgâr sakin eser. Yerler hep ıslak ve sarı yapraklarla dolu gibidir bu ay. Bütün sokaklar Arnavut kaldırımı, bütün şiirler Attila İlhan, bütün yolculuklar bir tren kompartımanından geçer sanki. Bu ay eski aşklar nükseder, yenileri içinse acele edilmez. Eğer bir rengi olsaydı bu ayın eminim ki sarı olurdu, aksesuarı şemsiye, müziği de Chet Baker… Çocukluğumdan söz edecekken bu Eylül güzellemesi de nereden çıktı ben de anlamadım. Yazımın başına döneyim ben en iyisi. Çocukluğumun mutsuz geçmesinin en önemli nedenlerinden biri ve en önemlisi ayrılıklardı. Babam pilot olduğu için gecesi gündüzü tatili yoktu. Bir de oradan oraya tayinler, taşınmalar. Tam bir mahalleye bir şehre ısınırken yeni arkadaşlar edinirken babamın görev değişikliği nedeniyle bambaşka coğrafyalar. Bir de o yıllarda havacılık sektörü ve teknik olanaklar, uçakların gelişmişliği, meydanların alt yapıları, ILS dediğimiz elektronik uçuş sistemi yoktu ki. Pilotluk oldukça riskli bir meslek sayılırdı.

***

Babamın evden her uçuşa gidişi benim için kaygı sebebiydi. Ben duygularımı çok belli eden, açıkça yaşayan biri değildim. Ne yazık ki “Seni Seviyorum” lafını neredeyse yıllarca hiç kullanmadım. Belki de 90’lı yılların sonunda yazdığım, “Seni Sevdiğimi Söylemiş miydim Anne” şarkısı bu bakımdan bir özürdür annemden. Birlikte olduğumuz günler ve gecelerde ailemizi bir araya getiren en önemli şey müzikti. Çocukluğumda -9 yaşıma kadar- televizyon yoktu. Benim bütün eğlencem annemin bulaşık yıkarken söylediği şarkılar ve de babamın evde olduğu nadir gecelerde o zaman tek radyo kanalı olan TRT’nin -bir de polis radyosu vardı- haftanın bazı akşamlar yaptığı yabancı müzik yayınıydı. Bir makaralı teybimiz ve de transistörlü bir radyomuz vardı. Line-in ve line-out lar olmadığı için -müzisyenler ve müziğe meraklı okuyucular bilir- harici bir mikrofonla kayıt yapardık. Ama çalan şarkıyı beğenip beğenmediğimizi kayda girmesin diye sözlü yapamadığımızdan, dalgıçların ya da havacıların yaptığı gibi başparmağımızı aşağı indirerek ya da yukarı kaldırarak olumlu ya da olumsuz fikrimizi belirtirdik. Babam da çoğunluğun beğenisine göre kayda devam ederdi ya da kaydı keserdi. Yazdıklarımı okuyunca o günlere geri döndüm. Yerler, kokular ve müziklerdir belleğimizi o günlere taşıyan. Şimdi düşündüm ve az biraz duygulandım da. Çocukluğum aslında o kadar da kötü geçmemiş…