12 Eylül Türkiye’nin dümenini kırdı. Türkiye, 12 Eylül ile hiçbir zaman esastan hesaplaşmadı

Eylül geçmiş kapımızdan

ALPER TURGUT: Neden yeterince cesur davranılmıyor?

Cuntanın ardından 937 film, ‘sakıncalı’ bulunarak yasaklandı. “Aman siyasete bulaşmasınlar, mümkünse yozlaşsınlar kafası” hakim oldu. Siyaset ve sanat, yan yana gelince güzel ve tehlikelidir, incelik, bilgelik ve ileri görüşlülük ister. Yani politikanın tanıdık hoyratlığıyla, sinema dilinin emsalsiz kıvraklığını tek potada eritmek her zaman mümkün değildir. “Siyasi sinema”, her an kaba bir propagandaya dönüşebilir, yakıcı ve yıkıcı bir hal alabilir. Sanatsal ve kalıcı bir zarafeti inşa etmek anlaşılacağı üzere hayli zordur. 12 Eylül Darbesi’nin ardından çekilen bazı filimler ‘politik sinema’ açısından bir parça umut vericiydi, lakin hep daha iyisinin, bir adım ilerisinin perdeye aktarılmasını bekledik. Siyasi sinema açısından konu sıkıntısı çekilmeyecek bir tarihe sahip memleketimizde, neden yeterince cesur davranılmadığını tartışıp durduk. Sonuçta; “işte budur” diyebileceğim bir cunta filmi henüz çekilmedi. Darbe ve devamında gelen acımasız cunta rejimi, toplumsal hayatı darmadağın edip apolitik kuşaklar yetişmesine neden oldu. Fikir, düşün, yazın, sanat, kültür... Cunta karanlığı her ne varsa altını üstüne getirdi, yaktı, yıktı, yasakladı, sürgüne yolladı, sansürleyip susturdu. Bugün 100 yaşına giren memleket sineması da, o günlerde bu amansız fırtınanın ortasında kalakaldı, zaten aksini iddia etmek resmen safdillik olurdu. Tartışmak, eleştirmek, önermek, savunmak mümkün değilken özellikle siyasi sinemadan bahsetmenin hiç âlemi yoktu. O koşullarda politik sinema büyük bir düş idi. Baskıcı düzenin emriyle tozlu raflara kaldırıldı, ister, istemez... Yaprak kımıldamayan yıllardan sonra, bazı yeni nesil yönetmenler, tüm toplumsal gevşemeye ve yaratıcılıktan yoksun rehavete karşın kollarını sıvadılar, haklarını teslim edelim. Silkiniş, ayağa kalkış ikliminde, siyasi film denemeleri de peşi sıra geldi. Lakin çoğu, sinemasal yetiden yoksun projeler idi, ne 12 Eylül’ün zulmünü hissedebildik, ne de yarattığı tahribatı görebildik.

Yanlışım yoksa eğer, bugüne dek çekilmiş ve fonu 12 Eylül olan, 40 film saydım, bir kısmı birbirine benzer, bir kısmı iyi, bir kısmı kötü, bir kısmı da resmen çöp.  Bu filmlerden bir bölümü kaçışlara dair, işte bu derin izler, gerçeklikten kaçan, firari bir ruh halinin özeti... Cunta filminin nasıl olacağını şimdiye dek netleştiremediğimiz için fotoğraf da bildiğiniz flu… Klişe, özentilik, yabancı filmlerden apartılması gibi mevzulara hiç girmeyelim. Asıl mesele ve yansıma, birkaç film dışında, bu filmler, yenilginin tarihi, ezikliğin tarifidir. Umutsuzluk hakimdir, teslimiyet barizdir, yılgınlık her karesine işlemiştir. Metris’te zalim cuntaya, aç açına, atletle ve donla, kararlıkla ve inatla direnen devrimcilere ayıptır. Her şeyden önce, umarım, hepimiz adına mücadele eden o isimsiz kahramanların da filmleri yapılır bir gün.
İşkence bir insanlık suçudur ve elbette sinemada da kurgulanmalı, darbenin nasıl bir bela olduğunu, bilmeyenlere, gerekirse gözlerine soka soka anlatılmalıdır.

Latin Amerika da cuntalardan çok çekti, ancak sinemacıları, akılda kalıcı, çarpıcı ve sersemletici filmler çekerek, vahşet, dehşet ve şiddet dolu yılları unutulmaz kıldılar. Peliküle dökülen ve gücünü gerçeklikten alan şey, gelecek nesillere de bir rehber olacak kalacaktır. Mizah ve kara mizah güçlü bir izah yoludur. Lakin sululuk, düzeysizlik ve sabun köpüğü işler, sakat bir yola çıkar. Mizaha evet, basitliğe hayır!
Biliriz ki; darbenin yarattığı zifiri karanlığına dair sustukça kanayan ve asla kapanmayan yaraları vardır insanlarımızın... Sinema da bu hesaplaşmanın bir alanıdır. Asıl yüzleşme, gündelik hayatta, neticeye ulaşmalıdır, kanunlarıyla, yasaklarıyla, tarihin çöp sepetine atılmadır.


SERDAR AKBIYIK: Çekilen hiç bir film o dönemi yansıtmadı

2000 sonrası sinemanın en büyük derdi isyankar olmaması. Değişen siyasi konjonktür, toplumsal yapının yarattığı ortamda hiçbir şekilde risk almayan karikatürize yapımlar seyrediyoruz. Şu dönemde 12 Eylül’ü anlatan film çekmenin ucuz kahramanlık olduğuna inanıyorum. 12 Eylül’ü yaratan sebepleri dürüstlükle ve günümüzü de göz önüne alarak işleyen bir yapım görmedim. 12 Eylül’ü anlatmak için işkence sahneleri koymak veya savcı babanın terörist oğlunun hikâyesini anlatmak tam bir klişe. Ne o dönemdeki gençlerin isteği ne de bu darbeyi yapanların gerçek hikayelerini seyrediyoruz. Kenan Evren’in televizyondaki konuşmalarını göstermek bu darbenin hikayesini anlamaya asla yetmez. 12 Eylül deyince aklıma sadece askerin yaptığı darbe gelmiyor. Ölen gençlerin, kurtarılmış bölgelerin, bölünmüş okulların üstüne giydirilmiş bir kefendir benim için. Ne o elbiseyi ne de kapatılan o çirkin vücudu unutmam. Çekilen hiçbir film o dönemin toplumsal olaylarının yanına yaklaşmadı. Tek amaçları iktidarın izin verdiği “askere vurun” düsturunun uzantılarıydı. Yani ne sinemasal ne de toplumsal olarak bir değere sahip 2000 sonrası 12 Eylül filmleri. Dolayısıyla da hiçbir şeyle yüzleştiğimize inanmıyorum.

***

GÜLSEN İŞERİ: Eylül’ün üstünden 34 yıl geçti

12 Eylül’ün üstünden 34 yıl geçti. Binlerce insan işkence görmüş, binlerce faili meçhul, ölüm yaşandı. 80 Darbesi’nden sonra yaşanılan korku, sindirme, popüler kültüre de sirayet etti. İlk olarak Zeki Ökten’in ‘Ses’i (1986), ardından da Şerif Gören’in ‘Sen Türkülerini Söyle’ (1986) filmi geldi. Zeki Alasya’nın ‘Dikenli Yol’uysa (1986) darbe öncesine gönderme yapıyordu. 1988 yapımı ‘Av Zamanı’nda ise Erden Kıral, bir yazarın yaşamından 12 Eylül’ü sorguluyordu. Tomris Giritlioğlu’nun ‘Suyun Öte Yanı’ (1991), Handan İpekçi’nin ‘Babam Askerde’ (1994), İsmail Güneş’in ‘Gülün Bittiği Yer’ (1998) ve Atıf Yılmaz’ın ‘Eylül Fırtınası’ (1999) 12 Eylül’ü anımsatan 80 sonrası filmlerdi… Peki biz ne kadar anladık 12 Eylül’ü? 12 Eylül 2000’li yıllardan sonra ilk olarak, ‘Vizontele Tuuba’ (Yılmaz Erdoğan) ile başladı. Darbenin kişiler, aileler ve toplum üzerindeki etkisi, çok daha acıklı ve çarpıcı bir filmle; ‘Babam ve Oğlum’da (Çağan Irmak) irdelenmeye devam edildi. ‘Eve Dönüş’ (Ömer Uğur) işkenceyi tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. ‘Beynelmilel’ (Sırrı Süreyya Önder-Muharrem Gülmez) ise bizi gülümsetti. Ardından Zincirbozan’ı (Atıl İnaç) izledik.  ‘O… Çocukları’ (Murat Saraçoğlu), ‘Fikret Bey’ (Selma Köksal Çekiç) yine 12 Eylül’e dokunan filmlerdi. Son olarak da Orçun Benli’nin ‘Bu Son Olsun’ filmi yine 12 Eylül’e farklı bir açıdan bakmamızı sağladı… Bunca film çekilmesine rağmen 12 Eylül yeterince sorgulandı mı? Biz 12 Eylül’ü filmlerde ne kadar gördük? Sinema yazarları Alper Turgut, Serdar Akbıyık, 12 Eylül filmlerini değerlendirirken, Zahit Atam 12 Eylül ve sonrasını yazdı.

***

ZAHİT ATAM: 12 Eylül Türkiye’nin dümenini kırdı

Türkiye, 12 Eylül ile hiçbir zaman esastan hesaplaşmadı. Bugün doğrudan onun mirasçısı olan AKP bile mağdura oynayabiliyor. Oysaki Oğuzhan Müftüoğlu’nun dediği gibi, 12 Eylül’ün muhatabı sosyalistlerdir ve uluslararası düzeyde sola karşı emperyalist devletlerin onayladıkları, destekledikleri ve NATO bünyesinde planlanmış bir darbedir. Sinemamız da 12 Eylül ile hesaplaşmadı, filmler genellikle psikolojik düzlemde işkencelerin hasarı üzerinde yoğunlaştı, oysaki 12 Eylül Türkiye’nin dümenini kırdı. Türkiye’nin değerlerini, ideallerini, başarı ölçütlerini, ahlakını ve insan ilişkilerini esastan değiştirdi. Bu anlamda toplumsal hayatı sorgulayan filmler yapamadık ve hala da yasak bir konudur. Mesela Gülen, 12 Eylül’ün ortaya çıkardığı, görevlendirdiği, desteklediği gençliği düzen-içi sınırlarda tutmaya çalışan bir piyondur. 12 Eylül’ün yeni ideolojik kimliğinde İslam öne çıkıyordu, sola karşı düzenin dayanağı için kullanılıyordu, oysa sinemamızın bunu deşifre etmedi. Çoğu bilmiyor, ama 1970’lerde ‘Yeni Türkiye Sineması’ adında bir eğilim çıktı, merkezde Yılmaz Güney duruyordu. Genç yönetmenlerin katılımıyla enternasyonal kimliği olan halktan yana, “halkın sanatçısı halkın savaşçısıdır” sloganını benimseyen bu eğilim, darbeyle doğrudan ve dolaylı tehditlerle sindirildi. 1990’larda Yeni Türkiye Sineması ortaya çıktığında, bu kez bireyci, yabancılaşmış, siyasetten el etek çekmiş, halktan uzak, farklı bir kanaldan aktı, filmler halka erişmedi, halkın mücadelesine karşı yabancılaşmıştı. İşçi Sınıfa da onun değerleri de sinemamızdan uzaklaştı, bu yönüyle Yeni Türkiye Sineması özünde 12 Eylülün tortularını yoğun olarak içinde taşır. Topluma erişmek, topluma önderlik yapmak değil, sistematik olarak marazi, yaşam mücadelesi vermeyen, üretimin dışında kalmış karakterler filmlerin merkezine oturdu. Genç yönetmenlerse Türkiye’yi anlatmaktan daha çok, belirli sorunlara eğildiler, bu anlamda örneğin Yılmaz Güney’in savunduğu ‘Ulusal Sorun’u sınıfsal sorunun parçası olarak anlatmak yerine, bugün siyaseti sınıfsallıktan okumayan ama muhalif bir söylem karşımıza çıkıyor.

Sinema medyayla, sanat filmleri de festivaller ve korsanla kuşatıldı. Radikal farklılık mizahın siyasal içeriğini kaybetmesi ve “avantacı” tiplerin merkeze oturması olmuştur. 12 Eylül’den etkilenen ve yenilen sinemamız, 12 Eylül’le hesaplaşmayı bir yük olarak görüyor, darbe filmi yapmayı da “bayat malzeme”. Aynısı romanda da oldu: Nobelli yazarımız Orhan Pamuk’un 70’leri 80’lere bağlayan ‘Masumiyet Müzesi’nde Türkiye’yi ve İstanbul’u bir burjuvanın aşkı üzerinden anlattı. Burjuvaları ve onların dünya görüşlerini bağrında taşır, onlara “masum” sıfatını verir, tarihin siyasal-toplumsal-sınıfsal kimliğini görünmez, bilinmez kılar, darbeyle hesaplaşmanın altını oyar, safını iktidardan yana bilir. Darbe öncesi ve sonrasını karşılaştırın, sanatçıların halk için savaşma/halka yabancılaşmak, halkı yüceltmek/halka güvensizlik arasında değişim geçirdiler, bu denklemin sosyolojik adı yüzde 92 sendromu oldu. İktidarın bilinçli ve altını çizercesine kullandığı Anayasanın yüzde 92 ile onaylanması: Hiçbir güvenilir kaynak bu referandumda halkın kendi iradesiyle yüzde 92 oranında onayladığını söylemiyor. Seçim de bir oyundu ve hatta şunu da biliyoruz ki açıklanan yüzde 92 rakamı, özellikle 1970’li yıllarda solla özdeşleşen illerde oranın daha yüksek olması iktidarın taktiği gereği uyguladığı bir manipülasyona işaret ediyor.

Darbe, toplum nezdinde halkçı güçleri psikolojik olarak çökertmeyi başarmıştır. Bir film yapılacaksa 12 Eylül’e dair, okullara Kenan Evren Lisesi tabelasının asılması, 30 yıl sonra ise bunların Recep Tayyip adıyla değiştirildiğinin gösterilmesiyle başlamalıdır. Böylece iktidar oyununun halka nasıl yabancılaştığını görebiliriz, sol sindirilince gelsin işçi ölümleri, sosyal güvencesizlik, yoksullaşma, sermayenin bayramı… Alevi-Türkmenler, toplumda sosyalistleri besleyen damar olarak görüldü, çok baskıya maruz kaldılar, siyaseti merkeze taşımak için örgütleri manipüle edildi. Türkiye’nin kimliğiyle siyasi iktidarın nasıl oynadığı aynı tablonun içinde gösterilirse, tarihimizle yüzleşiriz, bu da sinemasal bir akımla olabilir. Gerçeklerden, sanattan kaçmak, itiraz edene ulufe dağıtıp “bunalım içinde, nedensiz ve hedefsiz bir isyana” yönlendirmek iktidarın sanatıdır. Türkiye’de sol yenilmiş, sonrasında toplum yozlaşmış, sinemamızda kendi gerçeklerini anlatmaktan korkuyor.  Sinemamızın hali mi: eski bir türkünün deyişiyle “Vurulduk Ey Halkım, Unutma Bizi”...