11 Eylül 2001 saldırılarına dair çok sayıda film yapıldı. Çoğu belgesel olan bu filmlerde teröristlerin kaçırdığı uçaklarda olup bitenler, Dünya Ticaret Merkezi’nde yaşananlar, o gün New York’ta polis ve itfaiyecilerin başına gelenler anlatıldı; istihbarat örgütlerinin eylemi öngörme ve engelleme konusundaki başarı ve başarısızlıklarından bahsedildi. Bu saldırılar sayesinde Amerikan silah endüstrisinin sağladığı inanılmaz kazanç ve Ortadoğu petrolleriyle ilgili tasarılar dile getirildi. Hatta saldırıların bizzat ABD yönetimi -özellikle Bush Ailesi ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld- tarafından planlanmış ya da istihbarat raporlarına rağmen bilerek görmezden gelinmiş olduğuna dair epey güçlü argümanlar sunan filmler de yapıldı -bunlar arasında en iyisi Michael Moore’un filmi Fahrenheit 9/11’dir.


Filmlerin neredeyse tamamı ABD yapımıydı, çoğunun sinematografik ve ideolojik çatısı ‘zavallı mağdur ABD’ söylemi üzerine kurulmuştu. Ama neyse ki, o gün ve sonrasında yaşananlara dair çok güzel ulus-ötesi çalışmalar da yapıldı. Bunların başında 11’09”01 (2002) geliyor.

Farklı ülkelerden 11 yönetmenin, her biri 11 dakika 9 saniye 1 kare süren kısa filmleriyle 11 Eylül’ü farklı açılardan ele aldığı bu muhteşem antolojinin bellekte silinmez izler bırakan bölümlerinden birini Amerikalı oyuncu Sean Penn yönetmişti. O günlerde epey tartışılan, Sean Penn’in bazı çevrelerce aforoz edilmesine yol açan bu filmde, alt sınıftan dul bir ihtiyarın yalnızlığı, maddi sıkıntıları ve karısına duyduğu özlem dile getirilirken bir anda beklenmedik bir şey oluyor, İkiz Kuleler’in New York’un bir kesimini mahkûm ettiği gölgeler ortadan kalkıyordu.

Ama bu öyküler arasında biri var ki, hayatında 11 Eylül gibi bir 12 Eylül bulunan herkes için çok özeldir. Ken Loach’un yönettiği bu kısa filmde, 1973’ün 11 Eylül günüyle ilgili görüntüler üzerinde, Pablo adlı bir adamın mektubunu dinleriz: “11 Eylül 2001’de New York’ta ölenlerin sevgili anne, baba ve arkadaşları. Ben Şililiyim. Londra’da yaşıyorum. Belki de bir ortak noktamız var sizinle. Bunu bilmenizi isterim. Sizinkiler katledildi. Benimkiler de öyle. Ortak bir tarihimiz var: 11 Eylül. 11 Eylül Salı.

***

1970’te seçimler yapıldı. 18 yaşındaydım ve ilk kez oy kullandım. Muhteşem bir rüya görüyorduk. Emeğimizin meyvelerini ve ülkemizin zenginliklerini paylaşabileceğimiz bir toplumun rüyasını… 1970 Eylülünde, hepimiz oy verdik ve kazandık! Çocuklar için eğitim hakkı ve süt; işlenmemiş toprakların topraksız köylülere dağıtımı; kömür, demir madenleri ve temel endüstri kollarının ulusallaştırılması… Halk ilk kez itibar görüyordu.

Ama tehlikenin yaklaştığından habersizdik. Sizin dışişleri bakanınız Henry Kissinger açıkladı: “Bu ülkenin kendi vatandaşlarının sorumsuzlukları yüzünden komünizmin ellerine düşmesine sessiz kalmayacağız.” Bizim demokratik kararımız, oylarımız hiçbir şey ifade etmiyordu. Pazar ekonomisi ve kâr, demokrasiden daha önemliydi. O andan itibaren sizin ve bizim acımız resmileşti. Başkanınız Nixon, ekonomimizi ayakları üzerine doğrultacağını söyledi.
ClA’e bir askeri ayaklanma organize etmesini, bir darbe hazırlamasını emretti. 10 milyon dolar -gerekirse daha fazlası- başkanımızı, Salvador Allende’yi devirmek üzere ayrıldı.

Sevgili arkadaşlar, liderleriniz bizi yok etmek için ellerinden geleni yaptı. Ekonomimizi felce uğratan bir ulaştırma grevini kışkırttılar. Tüm ticareti kestiler ve kaosa neden oldular. Dolarlarınız neo-faşistleri besliyordu; şiddeti körükleyen, fabrikaları ve elektrik santrallerini bombalayan neo-faşistleri… Beklenenin aksine, bunlar işe yaramadı; yerel seçimlerde halkın desteği daha da arttı. Peki ABD ne yaptı? 11 Eylül’de özgürlük düşmanları ülkemize karşı bir savaş başlattılar. Şafakla birlikte askerler ve tanklar başkanlık binasını kuşattı. Allende, bakanları ve danışmanları içerdeydi. Moneda Sarayı’na saldırdıklarında Allende kaçmadı. Katledildi… Bir Salı günü, bizim Salı günümüzde, 11 Eylül 1973’te, katledildi.

***

Hayatlarımızın sonsuza dek yıkıldığı bir gündü. Dizimden vurdular beni. Toprak yolda yatarken kafamı ezdiler. O kadar çok dövdüler ki bilincimi kaybettiğim zamanlar oldu. ABD’de yetişmiş askerlerin yönettiği işkence kamplarından söz edildiğini duyardık. Helikopterlerden atılarak infaz edilenleri, ailelerinin önünde işkenceden geçenleri öğrendik. Ne yapıyorlardı biliyor musunuz? Cinsel organlarına elektrik veriyorlardı. Kadınların vajinalarına fareler sokuyorlardı.
Köpekleri, kadınlara tecavüz etmeye zorluyorlardı. Bir de Ölüm Karavanı vardı. Bir general şehirden şehire gidiyor ve istediği herkesi toplayıp öldürüyordu. 30 bin kişi katledildi. 30 bin! Şili’deki elçiniz işkencelerden yakınınca Kissinger şöyle dedi: ‘Şu adama söyleyin, siyasal bilimler konferanslarına son versin artık!’

Aziz Augustin şöyle demiş: “Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret. Öfke olayların önüne geçer, cesaret onları değiştirmeye çalışır.’ New York’ta ölen herkesin anne, baba ve arkadaşlarına... Bugün bizim 11 Eylül’ümüzün yirmi dokuzuncu, sizinkinin birinci yıldönümü Biz sizi hatırlayacağız. Umarım siz de bizi hatırlarsınız.”

İşte böyle… Temel bilgi kaynağı ne yazık ki Hollywood olan ortalama Amerikalılar kendi Eylüllerinden başka Eylül bilmiyor. Bizse tüm Eylülleri anımsıyoruz, başka Eylüller olmasın diye...