“Ne ku ewrên hene

 

  Lê çawên me girtîne remed.”

 

                           Melayê Cizîrî

 

 

Kendi iradeleri dışında neredeyse birkaç yüzyıldır parçalanmış, bugün nüfusu kırk milyon dolayında olduğu bilinen bir halktır Kürtler. Coğrafik olarak en az beşbin yıldır (Yani Hurri-Mittani’lerden bu yana) kendi topraklarında kesintisiz olarak yaşayan bir halktır Kürtler. Bugün tarihte iz bıraktığı bilinen Medler, Persler, Urartular, Asurilerden tutun, Mervani, Eyyubi, Selçuklu, Osmanlılara varıncaya kadar bir dolu kavmin toprakları üzerinde “at koşturduğu” hüküm sürdüğü sıradan tarih kitaplarının yazdıklarıdır. Kuzeyde bugünkü Ermenistan ve Azerbaycan sınırları içindeki bölgeyi kapsam dışında bırakırsak; İran, Irak, Suriye ve Türkiye içinde bölünmüş-hat çekilmiş sınırların birbirine komşuluk ilişkileri dört ayrı devlet tarafından ayrı hukuklarla yönetilerek “bağları koparılmış” bir halkın büyük coğrafyasının adıdır “Kürdistan”…

Ne vahim bir durumdur ki; bütün eski kaynaklarda, hatta cumhuriyet öncesi Osmanlı kayıtlarında ve tarih yazıcılarının metinlerinde bile “Kürdistan” olarak varlık bulan ifade Türkiye’de hâla inatla yasak. Bu nedenle resmi tarihe göre “Kürdistan” diye bir yer yok. Çünkü malumun ilamı gibi “Kürt” de yok(tu). Dolayısıyla olmayan bir kavmin yaşadığı varsayılan bir coğrafyaya “ad” olması da düşünülemezdi. Bu sebeple her halkın bir “istan”ı vardı. Ama Kürtlerin yoktu. Olmadığı için de hala Irak Kürdistan’ının adı “Kuzey Irak”tır. Suriye Kürdistan’ı da “Kuzey Suriye”dir. Türkiye Kürdistan’ı ise zaten kal u beladan beri “Doğu-Güneydoğu”dur…

Bütün bu sebeplerle sadece Türkiye’de Kürt halkının coğrafik olarak eskiden beri yaşadığı topraklar üzerinde değil; Ortadoğu’da Kürtlerin yaşadığı diğer bütün coğrafyalarda da bütün Türk devlet yetkilileri hatta iktidar olmuş siyasetçileri bir hak mesuliyetini kendi ukdelerinde hep sayagelmişler. Bütün bir cumhuriyet döneminin resmi tarih kayıtları incelendiğinde bunun sayısız örneklerini görmek mümkündür. Bu resmi ve uluslararası hukukun sıradan ilkelerini önemsemeyen, kendilerince çizilmiş sınırları bile hiçe sayan “sınırlarötesi operasyonlar” her daim çeşitli gerekçelerle olagelmiştir. Bu kimi kez “kaçakçı takibi”, kimi kez “eşkıya takibi”, kimi kez de “terörist takibi” adı altında havadan ve karadan yapılageldi / yapılıyor.

Bunun yakın zamandaki örneklerinden biri Irak Kürdistan’ındaki federal yapının oluşum sürecindeki “hazımsızlık”tı. Evet, şimdi hükümet düzeyinde karşılıklı “resmikabuller” Irak Kürdistan’ı Federal Hükümeti ile yapılıyor olsa bile geçmişte böyle bir yapıya “asla rıza gösterilmeyeceği ve gereğinin behemehâl yapılacağı” söylemleri yüksek perdeden her daim varitti.

Şimdi aynı söylemler Suriye Kürtleri için dile getiriliyor. Bizzat Başbakan Recep Tayip Erdoğan tarafından “Eyvallah etmeyiz” deniyor. Gerekçesi de, “terörist” diye otuz yıldır karşısında savaşılan PKK’nin Suriye’deki “paydaş” örgütü olduğu dillendirilen PYD’ın Suriye Kürdistan’ındaki yerleşim yerlerindeki ağırlıklı gücü.

Siyasetin dilinde elbette “Van Minute” demek de var. “Eyvallah Etmeyiz” demek de. Ama siyasetin ve diplomasinin dilinde Uluslararası hukukun evrensel ilklerine asgari koşullarda saygı da var. Suriye’de savaş koşulları yaşanıyor olsa bile şu an orası bir başka ülke, kendi ülke coğrafyanda bile evrensel hukuk ve insan haklarına saygıyı dayatan bir hukukun varlığını sana dikte ettiren bir kurallar manzumesi orta yerde duruyorken, ne adına bir başka ülkede hem de komşun olan bir ülkede bir halkın iradesine “müdahale hakkını” kendine bir hak olarak telakki edersin. Bu en sıradan hukuk ve siyaset okulu birinci sınıf öğrencisinin soru olarak sorabileceği çapta bir sorudur.

Aslında bütün bunların kökeninde yatan Kürdün örgütlü talepkârlığına resmen ve siyaseten karşı olmaktır. Bu adeta “kangren” haline dönüşmüş resmi bir “Türk Tarih Tezi”dir. 1950’li yıllardan bu yana örgütlü birlikteliklere dönüşmüş, Baasçı Arap milliyetçileri ile Farsi İranlılarla hatta Pakistan’ı da işin içine katarak ortak eylemlilikler geliştiren anlayışın artık karşılığı olmayan tezahürüdür. Çünkü Saddam yok! Çünkü Baas ideolojisinin evladı Esat gidiyor. Çünkü Resmi Türk Tarih Tezi artık iflas ediyor.

Türkiye’de Kürt halkı içinde örgütlü karşılığı olmayan kimi küçük Kürt siyasal gruplarının “Federal” ya da “Bağımsız Kürdistan” yüksek sesli söylemlerine sessiz hatta ilgisiz kalan muktedirler, örgütlülüğü ve halk nezdinde karşılığı olan Kürt siyasetine ise Avrupa’daki “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” muadili “Demokratik Özerklik” tezine tahammülsüzlüğü bundandır.

 

Irak Kürdistanı Federe Bölgesindeki Barzani yönetimine üst düzeyde ilişki kurulabilir mantığı ile “yakınlık” duyan yapının, Suriye Kürdistan’ında, akıbetinin zamanla bellli olacağı bir “halk ve hak talepkârlığı”na cepheden ve “müdahillik hakkı” dillendirilmesi ile karşı duruşu da bundandır. 

 

 

Kürtler sadece Türkiye’de değil, bütün ortadoğu’da artık dinamik bir güç. Bu, dünya âleme ayan-beyan ilan edilmiş bir vakıa. Büyük devlet şahsiyeti ve o yıllarda Başbakan olan İsmet İnönü, ABD Başkanı Johnson mektubuna karşı tarihi bir laf etmişti 1963’te: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de bu dünyada yerini alır”.

 

Galiba sözü eğip bükmeden şöyle demekte yarar var; “Yeni dünyada, yeni Ortadoğuda, Kürtler hak ettikleri yeri alacak / alır.”

Neden, ya da niye mi?

İşte şimdi yazının başlığının altındaki büyük Kürt filozofu Melayê Cizîrî’nin 400 yıl evvel ettiği sözünün mealini vurgulamakta yarar var. Eğer hâla anlamamakta ısrar edenler varsa tabi!

 

“Aslında başınızı kaldırıp gökyüzüne baktığınızda göreceksiniz ki bulut diye bir şey yok! Sadece gözkapaklarınız bir buğu tabakası ile kaplanmış o kadar”