Günlerdir bütün toplumsal kesimlerin gözü kulağı artık inandırıcılığı kalmayan TÜİK’ten gelecek enflasyon rakamlarındaydı. Kamu emekçileri ve emeklileri için yapılacak maaş artışlarının belirlenecek olması TÜİK’in enflasyon açıklamasının daha dikkatle izlenmesine neden oldu. Herkesin bildiği gerçekleşti: Dağ fare doğurdu. Kılıçdaroğlu’nun TÜİK baskınından sonra birçok kesim soluğu TÜİK önünde aldı.

Yeni eylem yeri TÜİK önü oldu. Açıkla-yama-dığı verilerle TÜİK’ in halkın ekmeğini çalan iktidarın bir aygıtı haline geldiğini bilmeyen kimse kalmadı. Bu gerçeği ifşa etmek önemliydi. Ancak gelinen durum açısından yapılan eylemler, yaşanılan yoksulluğun gerçek failini perdelemenin, örgütlenmesi gereken yerine “popülist” olanın yapılmasının bir aracı olma riski haline geldi.

Yoksulluğun, TÜİK’in kararttığı verilerin faili siyasi iktidardır. Yapılması gerekenin örgütleneceği yerler işyerleri, eylemleri gerçekleştirecek olanlar da sendika organlarında temsiliyeti olan kişilerle sınırlı katılımlar değil, emekçilerin kitlesel gücüyle sokaklara, meydanlara çıkışını örgütleyecek iradedir, kolektif mücadeledir. Mesele tek başına teşhir etmek, farkındalık yaratmak değil değiştirme gücünü, kararlılığını ortaya koymak olmalıdır.

Aziz Çelik Hocam günlerdir maliyenin memur ve emekli aylıklarını yanlış hesapladığını, yapılması gereken artışın TÜİK’in gerçek dışı verilerine göre dahi yüzde 46,69 olması gerektiğini, yapılanın toplu sözleşmeye de Anayasa’ya da aykırı olduğunu madde madde yazıyor, anlatıyor. Ozan Bingöl Hocam vergi dilimi tarifesi güncellenmediği için sözde artışın vergi dilimi nedeniyle “Bugün yıllık 80 bin TL ücret geliri elde eden bir kişi yüzde 27’lik gelir vergisi dilimine girerken, normal şartlarda yüzde 15’lik gelir diliminde olacaktı” diyerek ciddi kayıplara neden olacağı konusunda uyarıyor. Artan oranlı vergi diliminin güncellenmemesi nedeniyle kamu emekçilerinin yılın ikinci yarısında ödeyeceği gelir vergisinde ciddi bir artış söz konusu olacak.

Göz göre göre emeğimiz, alın terimiz çalınıyor. Yer yerinden oynaması lazım.

Artan yoksullukla, her gün hatta saat başı yağmur gibi yağan zamlarla siyasi iktidar Naomi Klein’ın şok doktrini ile yol almaya çalışıyor. Zamların artarda felaket olayları silsilesine dönüşmesiyle halkı hedef alan politikalar bir avuç kesim için heyecan verici piyasa fırsatlarına dönüşüyor. Felaket kapitalizminin çarkı durmaksızın işliyor. Maharet halkın her gün yakıcı bir şekilde yaşadığı zamları halka anlatmak, rutinleşmiş, etkisiz eylemler yapmak değil bu cendereden çıkışı örgütlemek olmalıdır.

New Orleans’taki sel felaketinin ardından bir yetkilinin çıkıp “Nihayet New Orleans’taki toplu konutları temizlemiş olduk. Bu işi biz yapamıyorduk, Tanrı yaptı”nın Türkiye’de “Allah’ın bir lütfu” söyleminde olduğu gibi pek çok karşılığı oldu. Zamlarla, yoksullaşmayla birlikte sabretme, şükretme, elinde olanla idare etme, açlıktan ölmediğin sürece olana razı olma, patronuyla aynı secdeye baş koyduğu için itiraz etmeme; siyasal islamcı söylevler eşliğinde yaratılan yağma düzeninin, neoliberal politikaların çöküşünün üzerini kapatmaya çalışıyorlar.

Siyasi iktidarın gerçekleri örtmeye çalıştığı bu halin, yirmi yıldır siyasal islamcı politikalarla, neoliberal politikaları birlikte yürüterek yarattığı bu düzenin nasıl şekillendiğinin artık herkes farkında. Sağı da “solu” da restorasyon programının parçası haline getiren seçenek-sizlik-lerle bugünlere nasıl gelindiğini de artık herkes biliyor. Her krizin bir devrim yaratmayacağına, kolektif mücadeleyi örgütleyemediğimiz durumda bizi bekleyenin faşizm olduğuna dair dünyada da, ülkemizde de onlarca örnek yaşandı.

Popülist işler, söylemler, kişiler, sloganvari konuşmalar kitleleri etkiliyor. Sağdan ve “sol”dan ortaya çıkan versiyonları bir karşılık da buluyor. Çünkü bir umut, bir çıkış aranıyor. Peki, umut, çıkış bize gösterilen halüsinasyonda mı, örgütlülükte, biz olmakta mı?

En gerçekçi ve en yapılabilir olan ise “zor” görüneni örgütlemek.

Umut varoluşumuzun vazgeçilmez parçası ve onsuz var olmak imkansız. “Umut ontolojik bir gereksinmedir. Katıksız bir inatçı olduğumdan değil, somut varoluşsal bir zorunluluktan dolayı umutluyum” diyor Freire. İnşa ettiğimiz, örgütlediğimiz umut milyonlarca insanın kendi hikâyesinin öznesi olduğunda ortak hayallerimizin inşa edilmesi ile soyut olmaktan çıkar. İşte o gün o umut memleketin sokaklarında dolaşan bir hayalet olur.

O hayalet işyerlerindedir, mahallelerdedir, sokaklardadır, meydanlardadır.

Bu yüzden halka dayatılan yoksulluğun gerçek faili TÜİK değil, fail belli!