Bir ekonominin fiyat mekanizması başta olmak üzere, makro dengelerinin sağlanması ve ekonominin dengeli bir çizgide yürümesi için faiz, kur ve enflasyon üçlüsünün uyumlu olması gerekir. Ulusal paranın değeri bu üçlü tarafından belirlenir. Bu üçlünün arasındaki her uyum da ‘iyi’ değildir. Örneğin üçü birden artış gösteriyorsa veya istenmeyecek ölçüde düşüş gösteriyorsa, bu durum o toplumda yoksullaşma olduğu anlamına gelir. Kısaca dengenin varlığı ve nerede kurulduğu önemli.

Türkiye’de de bu üçlü önemli bir sorun. Yüksek enflasyon, değersizleşen ulusal para ve yüksek faiz ekonominin bir türlü üzerinden atmadığı hastalık olmaya devam ediyor.

Özellikle enflasyona değinmekte fayda var. Dış ticaret yapısındaki açık üreten yapı eşliğinde ülkenin giderek daha dışa bağımlı hale gelmesi, iç pazarda üretimi daha maliyetli hale getiriyor. Üretimden, son tüketiciye uzanan yolda ise denetimsizliğin hakim olmasını da eklediğimizde, yerli malların fiyatlarında sürekli hale gelen bir tırmanış ortaya çıkıyor. Hal böyle olunca enflasyon yükseliyor, enflasyon yükseldikçe de yerli üretim değil, ithalat destekleniyor. Oysa ithal malların ülkeye girmesinin ne enflasyona ne de TL’ye faydası var. Olsa olsa sadece tükettiğimiz malların kalitesini düşürerek daha ucuz alternatifler yaratmaya imkan veriyor. Fakat sanmayın ki özellikle doların TL karşısındaki yükselişi bu malların ucuz kalmasına izin veriyor veya verecek. Hele ki sanayi üretiminden bahsediyorsak ithal ara malı kullanımının yaygınlığını göz önünde tutarsak, kurun enflasyona etkisinin ülkemizde daha yoğun ve hızlı olduğunu görmek gerekir. Yani sözün özü taburenin bir bacağı kırık, tamir etmek yerine ikinci bacağı da keserseniz taburenin devrilmesini hızlandırmış oluyorsunuz. Son günlerde kamuoyuna yansıyan yerli tarım ürünlerinin yerine ithal ürünlerin desteklenmesi böyle okunabilir. Nitekim enflasyon hala önemli bir sorun olmaya devam ediyor ve şimdi ithalatın körüklenmesiyle üzerine bir de kur riski ekleniyor. Yani halkın sofrasına etin ne kadar girebileceğini borsa ekranlarından takip etmeye başlayabiliriz.

Enflasyon-kur ilişkisinin ekonomi üzerinde yarattığı risk artarken, bir de faiz cephesine bakalım. Bu enflasyon-kur ilişkinin zapturapt altına alınmasında MB’nin kullanabileceği tek araç. İthalatı artırırken, bir yandan kuru stabil tutmak adına kaçınılmaz olarak MB faiz silahına sarılacak. İyi de faiz zaten yüksekken daha fazla ne kadar yükselecek? Bu kadar yüksek faiz söz konusuyken örneğin sanayi yatırımları başta olmak üzere nasıl yeniden canlandırılabilinecek? Yahut faizleri bir daha indirebilmek, ithal bağımlılığı artarken bundan sonra nasıl mümkün olabilecek? Bu soruların yanıtları önemli ve hiç de olumlu gözükmüyor.

Küresel veriler Türkiye’nin aleyhine

Bilindiği gibi ulusal ekonominin tüm finansal ve reel dengeleri, küresel fonlara ve bu fonların risk alma iştahlarına bağlı. Eğer ki bu fonlar Amerikan ve Avrupa merkez bankalarınca miktarsal açıdan destekleniyorsa, yani genişletici para politikaları uygulanıyorsa ve eğer ki risk iştahı denilen olgu mevcutsa, bu fonlar Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Arjantin gibi riskli ülkeleri tercih ediyor. Fonların bu yönü korundukça, örneğin Türkiye’ye para giriyor, ekonomi büyüyebiliyor. Tabi bugün olduğu gibi enflasyon yükselirken kurun düştüğü senaryolar da ortaya çıkabiliyor.

Fakat artık tüm çevrelerin de kabul ettikleri bir durum var. O da bu fonların riskli değil, riski en az olan ülkelere yani kapitalizmin çevrelerinden merkezine yöneleceği durumu. Küresel veriler de bu beklentiyi güçlendiriyor. Öncelikle Amerika verileri Amerikan Merkez Bankası Fed’in faiz artışlarının devamını işaret ederken, Fed başkanlarının verdikleri demeçler bunun sadece MB politikalarıyla sınırlı kalmayacağını gösteriyor. Bilindiği gibi 2008 krizi sonrasında Fed politikaları, tahvil alımına devam etme yönündeydi, fakat bugüne doğru gelindiğinde bu alımlar yavaşlatıldı. Üstelik yapılan açıklamalarda eğer tahvil alımına devam edilirse Amerikan ekonomisinin yine bir finansal balonun pençesinde kalacağı açıkça yer almaya başladı. Bu önemli bir durum, çünkü artık küresel fon düzeyini ve yönünü belirleyen baş aktör Fed’in, Türkiye gibi ülkelerin fonlanmasını sağlayan politikaları uzun bir süreliğine rafa kaldıracağı açıkça görülüyor. Bunu bugüne kadar yavaş yavaş hissetti Türkiye. 2013 sonrası itibariyle sıcak para akışında önemli bir yavaşlama yaşadı, büyüme oranları bir anda dip yaptı. Ne var ki mevcut durum, bundan sonra bu etkinin daha derinden olacağını gösteriyor. Keza, Avrupa Merkez Bankası (AMB), Avrupa’daki ekonomik toparlanmayı işaret ederek genişletici para politikalarının kısa bir zaman sonra sona ereceğini de geçtiğimiz haftalarda yine duyurmuş oldu. Nitekim Türkiye ekonomisine ikinci gol de buradan gelmiş oldu.

Bu dar çemberden nasıl kurtuluruz?

Bugün ekonomiye şöyle ya da böyle bir miktar sıcak para giriyor. Doların neredeyse 4’e değen TL karşısındaki değerinin bugün 3,5’lara düşüşünden bile bu anlaşılıyor. Fakat bu halde bile ne enflasyona ne de faize olumlu bir katkı yapabiliyor. Enflasyon, son ayda artış hızı biraz gerilemiş olsa da, çift haneli seviyelerde yükselme eğiliminde. Faiz ise -hükümet tarafından faiz aleyhine her ne kadar açıklama gelse de- aksi yönde yükselmeye devam ediyor. Faiz yüzde 12’ye dayandı ki bu oran en yüksek faiz veren ülke olarak bilinen Brezilya’yı bile sollamış durumda.

Bu durumda yapılacak tek bir şey var. Bugüne kadar, ekonomiye daha da zarar veren, üretim kapasitesine darbe vuran, tarım alanlarını ranta açan, sanayiyi dışa bağımlı kılan yöntemleri çöpe atmak. Ve bu alanları görmezden gelen değil, buralar için politikalar üretmek. Sanayide teknoloji odaklı, istihdam odaklı olmak. Tarımı korumak, üreticiyi ve tüketiciyi kollamak. Ve her şeyden önemlisi toplum için ekonomi anlayışı üretebilmek. Toplumun ihtiyaçları ortada: iş, nitelikli bir yaşam için ücret, eğitim-sağlık başta kamu hizmetlerine doğrudan erişim; yani insan onuruna yakışır bir yaşam. Tüm bunları bir anda sağlamak elbette kolay değil… Fakat bunları gerçekleştirmek için atılan her adımın nasıl büyük bir değişim sağlayacağı unutulmamalı.