Beyefendinin düşük faiz ısrarının ardında yatan sebeplerden birinin, kâr hadlerinin azalma eğilimiyle birlikte sıkışan rant rekabetinde kendini ve etrafındaki burjuvaziyi rahatlatma gayreti olduğunu düşünebiliriz

Faiz tartışmalarının Marksist incelemesi

Anıl Aba - Tyumen Üniversitesi İleri Araştırmalar Okulu anil.aba@boun.edu.tr

Uzun zamandır bir Merkez Bankası ve faiz tartışmasıdır gidiyor. Hatırlarsanız faiz hadlerini indirmeyen Erdem Başçı’yı harcamışlardı. Yerine getirilen helâl bankacı Murat Çetinkaya da faiz indirimi konusunda biraz gönülsüz gibi. İşin siyasi boyutu, özellikle piyasa dinamikleri ve merkez bankası bağımsızlığı bağlamında, epey tartışılıyorsa da konuyu kapitalizmin yarattığı çelişkiler ve çatışmalar üzerinden ele alan inceleme pek göremedim. Bu bağlamda, özellikle Marksist literatürden faydalanarak, meselenin radikal ekonomi politiğinin tartışılması gerektiğini düşünüyorum.

İktisadi arka plan
Marx’ın, kendi tabiriyle, en büyük akademik mirası kâr hadlerindeki azalma eğilimi hipotezidir. Kâr hadlerindeki azalma eğilimi sanayi burjuvazisinin sermaye birikimini yavaşlatır. Bir noktadan sonra sistemin iyice sıkışmasıyla birlikte reel üretim üzerinden sermaye biriktirmek çok külfetli bir hale gelir ve düşen kâr haddine değmez. Bir yandan dünya kadar vergi ödüyorsun; diğer yandan işçi sendikalarının talepleriyle uğraşmak zorunda kalıyorsun; öte yandan ürettiğin ürünün jenerikleşmesiyle (bkz. Vernon’un ürün yaşam döngüsü) birlikte pazar payın küçülüyor; siyasi riskler desen ayrı bir dert… Bir ton tantana yani. İşte bu doygunluk aşamasında, Hilferding’in Finans Kapital’de izah ettiği gibi, bir finansallaşma fazına giriliyor. Burada finans sermaye ile sanayi sermayesinin bütünleşmesi söz konusu. Çünkü bankacılık sektöründe kredi ile sanayi yatırımı arasında bariz bir bağıntı vardır. Bankalar iktisat kitaplarında anlatıldığı gibi naif birer aracı kurum değil, aksine, burjuvaziyle iç içe geçmiş tezgâhlardır. Misal, Türkiye’deki bütün büyük bankalar bir aile holdingine aittir.

Fakat, bu büyük holdinglerin ötesinde, birbirinden ayrı bir “finans kapital” ve “üretken kapital” de vardır. Üretim yapmak isteyen yeni yetme veya orta boy bir kapitalist finans sektöründe birikmiş tasarruflardan faizle borç alır. Bu birikmiş tasarruflar sizden bizden değil, yine kapitalistlerin kendilerinden gelir. Kıt kanaat geçinen işçi sınıfı bütün gelirini tüketmek zorunda olduğundan tasarruf yapamaz. Kapitalist, yıllardır biriktirdiği sermayeyi artık reel sektörde kârlı bir şekilde değerlendiremeyeceğini düşündüğü için yeniden üretime yatırmak yerine başka bir kapitaliste borç olarak verip, faiz kazancı elde etmek ister. Yani üretimden değil, paradan para kazanma aşamasına gelir. İşte bu noktada borçlu kapitalist ile alacaklı kapitalist arasında bir çelişki gelişir. Kapitalistler işçilere karşı ortak bir mücadele veriyor olsalar da aslında kendi aralarında acımasız bir rekabet içindedirler. Bu rekabet, ekonomik konjonktüre bağlı olarak, bazı dönemlerde hararetlenir bazı dönemlerde rahatlar.

Sermaye grupları arasındaki sistemik çelişki
Farz edelim yatırım yapmak istiyorsunuz. Bunun için paradan para kazanma aşamasına gelmiş bir kapitalistin 100 lirasını bankalar aracılığıyla borç olarak aldınız. Yine diyelim ki faiz oranı %5, yani seneye 105 lira geri ödemek durumundasınız. Bu 5 lirayı nereden ödeyeceksiniz? Tabii ki elde etmeyi umduğunuz kârdan. Hadi farz edelim %15 kâr elde ettiniz. Ortada belli bir fazla var, 15 lira. Bunun 5’ini finansör faiz olarak alırsa size 10 lira kalır, 6’sını aldığı durumda size 9 lira kalır. Çok açık ki elde edilen kâr üzerinde iki farklı sermaye grubunun birbiriyle çelişen çıkarları söz konusu. Sanayi kapitalisti ödeyeceği faizi (yatırımın maliyetini) azaltmak, finans kapitalisti de alacağı faizi (para sermayesinin getirisini) arttırmak isteyecektir. Maaşları işçilerin arttırmak, kapitalistlerin de azaltmak istemesine benzeyen bir çelişki. Nasıl ücretlerin, sosyal hakların ve çalışma koşullarının ne seviyede olacağı işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki mücadele belirliyorsa; elde edilen kârdan finans kapitalin ne kadar, üretimi yapan kapitalistin ne kadar pay alacağı da bunların kendi aralarındaki mücadeleye bağlıdır. İşte bu bölüşümü belirleyen faktör de faiz oranıdır.

Yani gelişmiş bir kapitalist ekonomide faiz oranı finans kapital ile sanayi kapitali arasındaki mücadele ile belirlenir. Tabii bu, Marksist tabirle, normal (ya da doğal) faiz oranıdır. Bu doğal/normal faiz oranı piyasada belirlenen spot oranların çekim merkezini oluşturur. Piyasadaki spot oranlar sınıfsal mücadele ile platoya oturmuş bu doğal faiz oranının etrafında dalgalanır.

İşin, kapitalistler adına, kötü tarafı ise kâr hadleri azalma eğilimi gösterdikçe bu mücadelenin giderek sıkışacak olmasıdır. Kâr haddi %15 iken ortada bölüşülecek 15 lira vardır fakat kâr hadleri misal %8’e düştüğünde 8 lirayı bölüşmek iki taraf adına da daha sıkı bir mücadele gerektirir. Dolayısıyla da kâr hadlerindeki azalma eğilimi, kaçınılmaz olarak, (reel) faiz oranlarında da azalma eğilimini beraberinde getirecektir zira faiz oranının alabileceği maksimum değer de düşer. Amerika’da reel faiz oranlarındaki son 35 yıldır, Türkiye’de son 17 yıldır gözlemlediğimiz seküler düşüşün (dönemsel olmayan) ardında kâr hadlerindeki azalma eğilimi ve sermaye grupları arasındaki sıkışan rant mücadelesi yatmaktadır.

Türkiye ekonomisindeki faiz açmazı
Türkiye ithal ikameci dönemde korumacı politikalar uygulayarak sanayisini küresel iş bölümü müsaade ettiği ölçüde geliştirebildi. Koç ve Sabancı gibi holdingler bu dönemde sermayelerini büyütüp birer bölgesel sanayi devi haline gelebildiler. Fakat ‘80 Darbesi'ni takiben Özal ve uzantısı sağ iktidarlar bu korumacı politikaları terk edip, aslında sanayimiz ve iç pazarımız henüz yeteri kadar gelişmeden, Türkiye ekonomisini küresel rekabetin içine itti (eğer darbe 15-20 sene sonra yapılmış olsaydı Türkiye ekonomisi muhtemelen bugünkü kadar kırılgan ve dışa bağımlı olmazdı). Zamanla, küresel rekabette fazla tutunamazken içerde de reel üretim giderek sıkışmaya başladı. Yerli markaların yabancı markalarla rekabeti kızıştı. Bu süreçte pek çok yerli marka ya satıldı ya da kapandı. Büyüyen sanayi sermayesi de finans kapital ile bağını kuvvetlendirdi. Bugün İSO 500’deki firmalar kârlarının önemli bir kısmını faaliyet dışı gelirlerden, yani büyük oranda finans rantı olarak, elde ediyorlar.

15 yıllık AKP iktidarının en önemli karakteristiği inşaat sektörü eksenli bir büyüme politikasıydı. Büyük küçük neredeyse bütün konut projeleri krediyle yapılır, hiçbir müteahhit kolay kolay cebinden para yatırıp riske girmez. Dolayısıyla beyefendinin düşük faiz ısrarının ardında yatan sebeplerden birinin, kâr hadlerinin azalma eğilimiyle birlikte sıkışan rant rekabetinde kendini ve etrafındaki burjuvaziyi rahatlatma gayreti olduğunu düşünebiliriz. İnşaat şirketlerinin çoğu ip üzerinde yürüyor. Borçla girdikleri bir sürü projede beklenilen satışlar yapılamayınca borç yükü de şişiyor. Doların rekordan rekora koşuyor olması da cabası.

Çünkü borçların ciddi bir kısmı dolar cinsinden; fakat satışlar TL olarak yapılıyor. Bulut İnşaat, Koçoğlu İnşaat, Ataç İnşaat, Fi Yapı, Ukra İnşaat, GÇS Metal, KC Yapı, Uğur İnşaat gibi dev firmalar sürekli iflas erteliyor, konkordatoya giriyor veya kayyuma devrediliyorlar. Faizler indirilse belki düşük faizle borçlanıp mevcut bilançolarını bir süre daha döndürebilecekler. Ancak doların ve enflasyonun artıyor olması merkez bankasını faiz indirme konusunda zora sokuyor.

Diğer bir sebep, beyefendinin merkez bankasını kontrol ederek seçim arifesinde gevşek para politikasıyla ekonomiyi ısıtacak politikalar uygulamak istemesi. Düşük faizle hem üretimi hem de tüketimi, yine sanal olarak, körüklemek istiyorlar. Zaten neredeyse tüm dünyada “bağımsız” merkez bankaları iktidar hükümetleri tarafından artan siyasi baskılara maruz kalıyorlar.

2007 krizini takiben Fed’in Obama hükümeti ile paslaşmaları eleştirilere neden olmuştu. Kâğıt üzerinde bağımsız olsalar da birçoğu, en azından kriz anlarında, siyasi talepleri karşılamak durumunda kalabiliyor. Başçı bu baskılara, her nasılsa, diğer MB başkanlarından daha fazla direnmişti. Fakat yeni başkan aynı ısrarı sürdürebilecek mi; dolar, avro ve enflasyon artarken faizleri düşürebilecek mi; ya da arttırdığında nasıl bir kıyamet kopacak? Bekleyip göreceğiz…

Enflasyonun çift hanelere gelmesi başlı başına bir mesele zaten. En nihayetinde herkesi bağlayan reel getiridir; yani üretim kârından ya da nominal faiz kazancından enflasyonu düştüğünüzde geriye kalana bakılır. Reel faizler pek çok ülkede artık sıfır barajına dayandı; hatta bazı ülkelerde negatifte seyrediyor. Gelişmiş ülkelerdeki bu durum az da olsa anlaşılabilir ve kabul edilebilir, ancak gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye’nin de aynı potada olması hem ilginç hem de kapitalistler adına can sıkıcı bir sorun. Azalan kâr hadleri mücadeleyi yukarıdan sıkıştırırken, artan enflasyon da aşağıdan sıkıştırıyor. Erol Bilecik haftalardır kanal kanal gezip sürekli artan enflasyondan kızına dert yanıyor. Ama gelin bir türlü anlamıyor. Öte yandan TÜSİAD dediğimiz homojen bir kurum olmadığından, kendi içlerinde büyük sıkıntılar yaşıyorlar. Yabancı markalar zaten eşekten düşmüş karpuza döndüler. Her sene onlarca dev marka ülkeyi terk ediyor.

Her halükârda, Türkiye ekonomisi sürdürülebilir büyüme patikasından uzaklaşarak çok ciddi bir yapısal krize doğru sürükleniyor. Hormonlu büyüme oranları, artık doygunluğa ulaşmakta olan inşaat sektörü, içerideki ve dışarıdaki siyasi istikrarsızlık, yükselen enflasyon, düşmeyen işsizlik, değer kaybeden TL derken S&P’nin kırılgan beşlisindeki yerini koruyan tek ülke olmamız sürpriz değil. Taşıma suyla değirmen bu kadar döner. Roma bir günde kurulmadığı gibi bir günde de çökmedi.

İktisadi çöküş ve iflaslar bir günlük yanlışla değil yılların biriktirdiği potansiyelin belki tamamen rastgele bir olayla tetiklenmesi sonucu yaşanır. Duble yol, fışkiye ve inşaatla zengin olan bir ülke yok. Olduğu zannedilenlerin hepsi emlak balonu patlayınca battı gitti. Kapitalistlerin hem işçi sınıfıyla hem kendi aralarında yaptığı bölüşüm mücadelesi sistemi bir darboğaza doğru sürüklüyor. Reel faizler de bu sürecin takibinde en az işsizlik, büyüme ve enflasyon oranları kadar kritik bir gösterge. Tabii doğru gözlükle bakılırsa.