Küba’nın akciğer kanserine karşı aşı geliştirdiğini ve bunu halkına ücretsiz dağıtacağını duyduğumda ilk aklıma gelen şey kendisinden tedavi için yardım isteyen kanserli bir kadının eline para sıkıştıran bakan Bayraktar’dı. Camii çıkışıydı ve plansız, programsız, yani bir gösteri haline getirilmeden ortaya çıkmış bu kendiliğinden durumda bir bakanın sorunları çözebilme yöntemi kısa ve net biçimde ortaya çıkmıştı. Gösteri yoksa tedavi ve yaşanılan acı parayla ikame edilebilirdi. Para yalnızca alan ve satan değil aynı zamanda artık bütün değerlerin yerine de geçebilendi. Birisine acıyorsanız ona para vererek vicdanınızı rahatlatabilir, acıma duygunuzu parayla ikame edebilirsiniz, vatanınızı çok seviyorsanız birileri can verirken siz verdiğiniz vergiyle övünebilirsiniz, birisine âşıksanız değerli bir hediyeyle bu aşkı pekiştirebilirsiniz. Oysa bunların hepsi yalandır. Gösteri toplumunda acıma, tutku, vicdan, aşk ve dahi kutsalların hepsi bir gösterinin parçası olup çıkıvermiştir.

Örneğin daha üç dört yıl önce Fransız parlamentosunun aldığı Ermeni soykırımı kararını “milli bir onur meselesi yapıp” ortalığı ayağa kaldıranlar, gösteri bittiğinde tiyatronun perdelerini bile kendileri toplayıp yıkamaya götürdüler. Yine tam da gösterinin en civcivli yerinde “Fransız Mezalimi Anıtı yapıp öyle bir yere koyacağız ki başta büyükelçi olmak üzere Fransa Büyükelçiliği’ne giden herkes rahatlıkla görebilecek” diyen bir siyasetçi -ki adı Cezayir soykırımından daha fazla “parsellerle” anılıyordu- gösteri bittiğinde anıtı da, mezalimi de, yapılması planlanan o büyük boykotu da, verilen sözleri de, atılan nutukları da toplayıp derdest edip ortadan kayboluvermişti. Çünkü gösteri bitmişti. Çünkü bu ülkede her türlü duygu bir gösterinin parçasıydı.

İki ay önce yaşanılan ve yüzlerce insanın katledildiği o menfur darbe gecesinde bir tankın paletlerinin önüne yatan o adam en az o kanser hastası kadının acısı kadar gerçekti. Ve hemen akabinde bu saf ve inanmış gerçeklik, tam da o adam o tankın paletinin önüne yattığı anda en yakınındaki eve sığınıp saklanan bir belediye başkanı tarafından “ödüllendirilmek” üzere “makama” çağrılmıştı. O tankın altından kalkıldıktan sonra o makama gidildi mi bilinmez. Benim bilmeme gerek de yoktur ama tam da bu çağrının kendisi bir gerçekliğin bir gösteriye döndüğü yer olarak aklımda kalacaktır. Gerçek olan tankın altındaki adamdır, gösteri olansa bir belediye başkanının bu adamı tebrik etmesi, teşekkür etmesi değil, “korkup saklanmış” bir belediye başkanının tankın altındaki adamın inancını değiş tokuş edilebilir bir nesne haline getirmesidir. Ve bu durum bana Nâzım Hikmet’in Kuvayı Milliye’sinde Kartallı Kazım’ın durumunu çağrıştırmıştır: “Ve kavga bittiği zaman/ Ne çiftlik sahibi oldu, ne apartman/ Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı/ Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan...

Bütün duyguların önemli ya da önemsiz, büyük ya da küçük bir gösteri haline getirildiği bu çağda her şey para, iş ya da makamla ikame edilebilir hale getirilmiştir. Bu dünyanın kutsalları bile sulanmıştır. Ve nerede sulanmamış, sulandırılmamış bir duygu varsa ona dört elle sarılmalıdır.

Bir şey sormak için aradım, telefonu açmadı. Tekrar denedim yine açmadı. Akşam da aradım. Yine açmadı. Bir süre sonra telefonuma bir mesaj geldi: “Özür dilerim. Mescide kapandım itikâftayım. Acil bir durum varsa lütfen mesaj at. Aşk ve muhabbetle.” Yıllardır tanırım böyle bir ibadetiyle ilk defa karşılaşmıştım. On gün sonra aradı. On gün boyunca mescidden çıkmamıştı. “Ben bilmiyordum böyle ibadet ettiğini,” “Zaten bilmeni gerektirmez ki, bilmesi gereken biliyor ve ben onun için yapıyorum zaten. Hayırdır, sen neden aradın onu söyle.” Kanserli hasta, para, parsel, zalimler, mazlumlar, katledilenler ve mezalimler geçişti gözümün önünden. Küba’nın yaptığı kanser aşısı ve “Küba’da her şey çok iyi ama zenginlerin olmaması çok kötü” diyen büyükelçiye karşı “Her yerde olan fakirlik açlık ya da açıklık değildir. Fakirlik para ve altına sahip olamama da değildir. Fakirlik, sahafta satılmamış bir kitabın üzerindeki tozdur. Fakirlik, kağıt imha makinesinde, gazete parçalayan bir bıçaktır” diyen Ali Şeriati’ye sığındım ben, sonra da “Ben bir Tanrıya inanmıyorum ama inansaydım eğer bu Şeriati’nin Tanrısı olurdu” diyen Sartre’a. Ben bu sözlere sığındım. Değiş tokuş edilemeyecek kadar değerli, hiçbir gösterinin bir parçası olamayacak kadar onurlu, değiş tokuşa gelmeyecek kadar naif bu kelimelere, bu sözlere.